a
Ana Sayfaİkinci Şua95. Hem hiç mümkün müdür ki bir Sâni-i Hakîm bütün zîhayat, zîşuur masnularını birbiriyle konuştursun…

95. Hem hiç mümkün müdür ki bir Sâni-i Hakîm bütün zîhayat, zîşuur masnularını birbiriyle konuştursun…

İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz:

“Hem hiç mümkün müdür ki bir Sâni-i Hakîm, bütün zîhayat, zîşuur masnularını birbiriyle konuştursun… ve dillerinin binler çeşitleriyle birbiriyle söyleştirsin… ve onların sözlerini ve seslerini bilsin ve işitsin… ve ef’aliyle ve in’amıyla zahir bir surette cevap versin… fakat kendisi konuşmasın ve konuşamasın? Hiç kabil midir ve hiç ihtimali var mı?

Madem bilbedahe konuşur… ve madem konuşmasına karşı tam anlayışlı muhatap en başta insandır… Elbette başta Kur’an olarak meşhur kütüb-ü mukaddese onun konuşmalarıdır.”

(Sâni-i Hakîm: Hikmet sahibi sanatkâr / İn’am: Nimet verme / Bilbedahe: Apaçık bir şekilde / Kütüb-ü mukaddese: Mukaddes kitaplar)

Mana açık olduğundan şerhine girişmiyor; mütalaasını sizlere havale ederek metne devam ediyoruz:

“Hem hiç mümkün müdür ki bir Sâni-i Hakîm, kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve methüsenasını ettirmek ve enva-ı ihsanatıyla zîhayatları mesrur ve memnun etmekle minnettarlıklarını ve şükürlerini rububiyetine mühim bir medar yapmak için; koca kâinatı envaıyla, erkânıyla, zîhayata musahhar bir hizmetkâr, bir mesken, bir meşher, bir ziyafetgâh yaptıktan sonra, zîhayatların çeşit çeşit, binlerce envalarının nüshalarını o derece teksirini istiyor ki kavak ve karaağaç gibi meyvesizlerin bir kısım yapraklarından her bir yaprağı, bir tabur sineklere yani havada zikreden zîhayatlara hem beşik, hem rahm-ı mader, hem erzaklarının mahzeni yaptığı hâlde; bu ziynetli semavatı ve bu nurani yıldızları sahipsiz, hayatsız, ruhsuz, sekenesiz, boş, hâlî, faydasız yani melaikesiz, ruhanîsiz bıraksın? Hâşâ, melekler ve ruhanîler adedince hâşâ ve kellâ!”

(Teksir: Çoğaltmak / Rahm-ı mader: Anne karnındaki çocuğun bulunduğu yer / Hâlî: Boş)

Üstad Hazretleri bu makamda meleklerin varlığına dair bir delil sundu. İlk önce metni maddeleyip ihata edelim:

1. Allahu Teâlâ murad etmiş ki ibadı onu tanısın, sevsin, methüsenasını etsin, ihsanlarıyla mesrur ve memnun olsun.

2. Bundan da minnettarlıklar ve şükürler hasıl olup, bu minnettarlıklar ve şükürler de Allah’ın rububiyetine mühim bir medar olsun.

3. İşte bu sebeple Allahu Teâlâ, koca kâinatı envaıyla, erkânıyla, zîhayata musahhar bir hizmetkâr, bir mesken, bir meşher ve bir ziyafetgâh yapmış.

4. Zîhayatların çeşit çeşit, binlerce envalarının nüshalarını o derece teksir etmiş ki kavak ve karaağaç gibi meyvesiz ağaçların bir kısım yapraklarını, bir tabur sineklere yani havada zikreden zîhayatlara hem beşik, hem rahm-ı mader, hem erzaklarının mahzeni yapmış.

Üstadımız bu maddeleri şu neticeye bağladı:

— Hem hiç mümkün müdür ki -bunları yapan zat- bu ziynetli semavatı ve bu nurani yıldızları sahipsiz, hayatsız, ruhsuz, sekenesiz, boş, hâlî, faydasız yani melaikesiz, ruhanîsiz bıraksın? Hâşâ, melekler ve ruhanîler adedince hâşâ ve kellâ!”

Bu meseleyi Yirmi Dokuzuncu Söz’de bahsi geçen şu misal üzerinden mütalaa edelim:

“İki adam; biri bedevi, vahşi; biri medeni, aklı başında olarak arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medeni muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki o hane; amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acib bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hanenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medar-ı taayyüşü ve hususi şerait-i hayatiyeleri vardır ki onların bir kısmı âkilü’n-nebattır, yalnız nebatat ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkilü’s-semektir, balıktan başka bir şey yemiyorlar.

(Medar-ı taayyüş: Geçim vesilesi / Âkilü’n-nebat: Bitki yiyen / Âkilü’s-semek: Balık yiyen)

O iki adam, bu hâli görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüs’atli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zayıflığıyla veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayın sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hanedeki şerait-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor.

(Müzeyyen: Süslü / Kasır: Köşk, saray / Sekene: Bir yerde kalanlar / Şerait-i hayatiye: Hayat şartları)

O vahşi bedevi, hiç şehir görmemiş adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerait-i hayat orada bulunmadığından der: “O saraylar sekenelerden hâlîdir, boştur, zîruh içinde yoktur.” der, vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar.

(Hâlî: Boş / Zîruh: Ruh sahibi)

İkinci adam der ki: “Ey bedbaht! Şu hakir, küçük haneyi görüyorsun ki zîruh ile amelelerle doldurulmuş ve biri var ki bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hane etrafında boş bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinatın, şu sanatlı sarayların onlara münasip âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar, umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerait-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rü’yet, adem-i vücuda delalet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.”

(Adem-i rü’yet: Görmemek / Adem-i vücud: Olmamak)

İşte şu temsil gibi ecram-ı ulviye ve ecsam-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz zîruhların, zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüzleri dahi birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedahe ve bi’t-tarîkı’l-evlâ ve bi’l-hadsi’s-sadık ve bi’l-yakîni’l-kat’î delalet eder, şehadet eyler, ilan eder ki:

(Ecram-ı ulviye: Ulvi yıldızlar / Ecsam-ı seyyare: Gezen cisimler / Kesafet: Bulanıklık, berrak olmamak / Hasis: Kıymetsiz, âdi / Müteaffin: Kokuşmuş, çürümüş / Mahşer-i huveynat: Küçük canlıların toplanma yeri / Bi’t-tarîkı’l-evlâ: En evla yol ile / Bi’l-hadsi’s-sadık: Aklın delile ihtiyaç duymadan idrak edip kabul etmesiyle / Bi’l-yakîni’l-kat’î: Kesin bir yakîn ile)

Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat; burçlarıyla, yıldızlarıyla zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esîrden ve hatta elektrikten ve sair seyyalat-ı latîfeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, şeriat-ı garra-yı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ‘Melaike ve cânn ve ruhaniyattır.’ der, tesmiye eder.” (Yirmi Dokuzuncu Söz)

(Nar: Ateş / Zulmet: Karanlık / Savt: Ses / Rayiha: Koku / Esîr: Elektrik, ışık ve hararetin yayılmasına vasıtalık eden madde / Seyyalat-ı latîfe: Donuk ve kesafetli olmayan maddeler / Cânn: Cinler)

Metin açık olduğundan mütalaasına girişmeyip sadece kelimelerin manasını yazmakla yetindik. Mütalaa ve tefekkür vazifesi sizde…

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin