a
Ana Sayfaİkinci Şua42. Seyl-i mevcudat ve kafile-i mahlukat nereden geliyor ve nereye gidecek ve ne için gelmişler…

42. Seyl-i mevcudat ve kafile-i mahlukat nereden geliyor ve nereye gidecek ve ne için gelmişler…

İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz. Uzunca bir cümle okumuş ve beş maddesini mütalaa etmiştik. Bu dersimizde altıncı maddeyi mütalaa edip metni tamamlayacağız. Altıncı madde şu:

“Ve ‘Seyl-i mevcudat ve kafile-i mahlukat nereden geliyor ve nereye gidecek ve ne için gelmişler ve ne yapıyorlar?’ diye halledilmeyen tılsımlı suallerin manaları ona inkişaf etmesi ancak ve ancak sırr-ı tevhid iledir.”

Üstadımız bu tılsım-ı muğlakı İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde çok beliğ anlatmış. Direk oradan okuyalım: (Bazı Osmanlıca kelimelerin manasını bilmeyenler olabilir diye metni bir yerde böldük ve kelimeleri altına yazdık.)

“Evet, beniâdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücud ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celbetti. ‘Şu garip ve acip mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?’ diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükümeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:

(Beniâdem: Âdemoğulları / Azîm: Büyük / Müzeyyen: Süslü / Müteveccihen: Yönelerek / Müteselsilen: Birbiri peşi sıra / Hilkat: Yaratılış / Fenn-i hikmet: Felsefe ilmi / Muhavere: Karşılıklı konuşma)

Hikmet: Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?

Bu suale, beniâdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, nev-i beşere vekâleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu:

Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrâyı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî’nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azîmüşşân elimdedir. Şüphen varsa al, oku!” (İşârâtü’l İ’caz)

(Emanet-i kübrâ: Büyük emanet (insandaki “ene”dir) / Re’sü’l-mal: Sermaye / İstidat: Kabiliyet)

Üstad Hazretlerine bu hakikati keşfettiren şey sırr-ı vahdettir. Üstadımız meseleye vahdet dürbünüyle baktığı için bu tılsımlar ona açılıyor. Vahdet dürbününden mahrum olan en büyük bir filozof, değil bu keşfi, bu keşfin binde birini dahi yapamaz.

Üstadımız mütalaasını yaptığımız altı cümleyi şu neticeye bağladı:

“Yoksa kâinatın bu mezkûr yüksek kemalâtları sönecek ve o ulvi ve kudsi hakikatleri zıtlarına inkılab edecek.”

Bu cümleyi her makamda mütalaa ettiğimizden tekrar mütalaasına ihtiyaç duymuyoruz.

Şimdi, mütalaasını yaptığımız kısmı bir daha okuyalım ve metnin bize ne kadar açıldığını ölçelim:

“Ve kâinat baştan başa gayet manidar bir kitab-ı Samedanî… ve mevcudat ferşten arşa kadar gayet mucizâne bir mecmua-i mektubat-ı Sübhaniye… ve mahlukatın bütün taifeleri, gayet muntazam ve muhteşem bir ordu-yu Rabbanî… ve masnuatın bütün kabileleri mikroptan, karıncadan ta gergedana, ta kartallara, ta seyyarata kadar Sultan-ı Ezelî’nin gayet vazifeperver memurları olduğu bilinmesi… ve her şey, âyinedarlık ve intisap cihetiyle binler derece kıymet-i şahsiyesinden daha yüksek kıymet almaları… ve ‘Seyl-i mevcudat ve kafile-i mahlukat nereden geliyor ve nereye gidecek ve ne için gelmişler ve ne yapıyorlar?’ diye halledilmeyen tılsımlı suallerin manaları ona inkişaf etmesi ancak ve ancak sırr-ı tevhid iledir. Yoksa kâinatın bu mezkûr yüksek kemalâtları sönecek ve o ulvi ve kudsî hakikatleri zıtlarına inkılab edecek.”

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin