a
Ana Sayfaİkinci Şua58. Beni bu meyveye sevk ve îsal eden şöyle bir histir…

58. Beni bu meyveye sevk ve îsal eden şöyle bir histir…

Üstad Hazretleri, kendisini üçüncü meyveye sevk eden hissi beyan edecek. Bu beyanı teenni ve tefekkürle okuyalım. Metni daha iyi anlayabilmek için üç noktalarda biraz durup okuduğunuz cümle üzerine biraz düşünmelisiniz.

“Beni bu meyveye sevk ve îsal eden şöyle bir histir:

Bir zaman yüksek bir dağ başında idim. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam manasıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zeval ve fena ağlattırıcı levhalarıyla bana göründü… Herkes gibi fıtratımdaki fıtrî aşk-ı beka, birden zevale karşı isyan edip galeyana geldi… Ve muhabbet ve takdir ile pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemalât ve meşahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanın sönmelerine ve mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev’iye dahi kabre karşı tuğyan edip feveran etti… Ve altı cihete istimdadkârane baktım. Hiçbir teselli, bir meded göremedim. Çünkü zaman-ı mazi tarafı bir mezar-ı ekber… ve müstakbel bir karanlık… ve yukarı bir dehşet… ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazîn hâller, hadsiz muzır şeylerin tehacümatını gördüm….

(İntibah-ı ruhî: Ruhta meydana gelen uyanış / Meşahir: Meşhurlar / Rikkat-i cinsiye: İnsanın kendi cinsine acıması / Tuğyan: Taşkınlık / Feveran: Galeyana gelme / İstimdadkârane: Yardım istercesine / Muzır: Zararlı / Tehacümat: Hücum etmeler, saldırmalar)

Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti, perdeyi açtı. Hakikat-i hâlin yüzünü gösterdi. Bak dedi. En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki: Ölüm, ehl-i iman için bir terhistir… Ecel, terhis tezkeresidir… Bir tebdil-i mekândır… Bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır… Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinana bir uçmaktır… Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeye bir nöbettir… ve dâr-ı saadete gitmeye bir davettir… diye kat’î anladığımdan ölümü ve mevti sevmeye başladım…

(Bağistan-ı cinan: Cennet bahçeleri)

Sonra zeval ve fenaya baktım, gördüm ki: Sinema perdeleri gibi ve güneşe mukabil akan kabarcıklar misillü, lezzet verici bir teceddüd-ü emsaldir, bir tazelenmektir… Ve esma-i hüsnanın çok hasnâ ve güzel cilvelerini tazelendirmek için âlem-i gaybdan gelip âlem-i şehadette vazifedarane bir seyerandır, bir cevelandır… Ve cemal-i rububiyetin hikmettarane bir tezahüratıdır… Ve mevcudatın hüsn-ü sermedîye karşı bir âyinedarlığıdır… yakînen bildim.

(Zeval: Yok oluş / Fena: Yok olma / Misillü: Kabilinden / Teceddüd-ü emsal: Benzerlerin yenilenmesi / Hasnâ: Güzel / Hikmettarane: Hikmetli bir şekilde / Hüsn-ü sermedî: Ebedî ve daimî güzellik)

Sonra altı cihete baktım, gördüm ki: Sırr-ı tevhid ile o kadar nuranidir ki göz kamaştırıyor. Geçmiş zaman bir mezar-ı ekber olmadığını… belki zaman-ı istikbale inkılab eden binler mecalis-i münevvere… ve mecma-ı ahbap… binler menazır-ı nuraniye gördüm… Ve hâkeza bu iki madde gibi binler maddelerin hakiki yüzlerine baktım, sürur ve şükürden başka bir tesir, bir keyfiyet vermediklerini gördüm…

(Mezar-ı ekber: En büyük mezar / Mecalis-i münevvere: Nurlu meclisler / Mecma-ı ahbap: Dostların toplandığı yer / Menazır-ı nuraniye: Nurlu manzaralar)

Bu Üçüncü Meyve’ye ait bu zevkimi ve hissimi Siracünnur’un belki kırk risalelerinde cüz’î, küllî deliller ile beyan etmişim. Ve bilhassa Yirmi Altıncı Lem’a olan İhtiyarlar Risalesi’nin on üç adet ricalarında o derece kat’î ve güzel izah edilmiştir ki daha fevkinde izah olmaz. Onun için bu pek uzun kıssayı bu makamda pek çok kısa kestim.”

Cümlelerin arasını üç noktayla ayırırken ben de metni bir parça tefekkür ettim. Ederken kendi kendime dedim ki: Üstad Hazretlerinin amma gönül dünyası var! Nerelerde gezmiş, ne manaları tefekkür etmiş!.. Bizler bu hakikatlere ne zaman çıkacak ve bu manaları ne zaman hissedeceğiz?..

Kardeşlerim, okuduğumuz metin en az bir günlük ders… Metinde bahsi geçen hakikatler üzerinde çok derin tefekkür yapmalı ve Üstadımızın hissettiği hakikatleri -uzaktan uzağa da olsa- hissetmeye çalışmalıyız. Sizlere kolaylık olsun diye tefekkür haritasını ben şöyle çıkardım:

1. Kabri düşünelim; ölümü bütün çıplaklığıyla, zeval ve fenayı ağlattırıcı levhalarıyla görelim. Hem kendi ölümümüzü hem sevdiklerimizin ölümünü hem de zihayatın zeval ve fenasını derinden derine tefekkür edelim.

2. Sonra fıtratımızdaki aşk-ı bekanın, ölüm ve zevale karşı isyan edip galeyana geldiğini hissedelim. Aşk-ı bekanın feveranını işitelim.

3. Sonra mahiyetimizdeki rikkat-i cinsiyeye ve şefkat-i nev’iyeye kulak verelim. Muhabbet ve takdir ile alâkadar olduğumuz ehl-i kemalâtın, meşahir-i enbiyanın, evliyanın ve asfiyanın sönmelerine ve mahvolmalarına mukabil, rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev’iyenin kabre karşı nasıl tuğyan edip feveran ettiğini işitelim.

4. Sonra bir medet bulmak ümidiyle altı cihete bakalım:

Önce sağa bakalım; bütün sevdiklerimizin gömülü olduğu mezar-ı ekberi görelim. Dostların mezarları başında biraz gözyaşı dökelim…

Sonra sola bakalım; bizim ve nesl-i âtinin gömüleceği büyük ve karanlıklı kabristanı görelim. Kendi kabrimizin başında durup bir Fatiha okuyalım…

Sonra sağdan ve soldan ürküp hazır güne bakalım; hazır günü cismimizin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde görelim…

Bu cihetten dahi korkup başımızı kaldıralım ve ömür ağacımızın başına bakalım. Bu ağacın tek meyvesinin cenazemiz olduğunu görelim… Sonra bu ağacın köküne bakalım. Görelim ki aşağıda olan toprak, kemiklerimizin toprağı ve mebde-i hilkatimizin toprağıyla birbirine karışmış, ayaklar altında çiğneniyor…

Bu cihetten dahi derman değil dert bulduğumuzdan arkamıza bakalım. Görelim ki esassız ve fâni olan bu dünya, hiçlik derelerinde ve yokluk zulümatında yuvarlanıp gidiyor…

Bu cihette dahi bir hayır göremediğimizden ön tarafımıza bakalım, nazarımızı ileriye gönderelim. Görelim ki kabir kapısı tam yolumuzun üzerinde, ağzını açmış bizleri bekliyor. Onun arkasında ebed tarafına giden cadde ve o caddede giden kafileler uzaktan uzağa nazara çarpıyor… (Altı cihet Yirmi Altıncı Lem’a’da böyle izah edilmiş.)

5. Böyle son derece ümitsiz bir hâlde iken ve mezkûr duyguları tam hissederken, birden nur-u Kur’an imdadımıza yetişsin, perdeyi açsın ve hakikat-i hâlin yüzünü göstersin. Önce ölümün hakikatini şu maddeler üzerinden tefekkür edelim:

A. Ölüm ehl-i iman için bir terhistir.

B. Ecel bir terhis tezkeresidir.

C. Bir tebdil-i mekândır.

D. Bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır.

E. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinana bir uçmaktır.

F. Nakıs ve kusurlu hizmetimizin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeye bir nöbettir.

G. Dâr-ı saadete gitmeye bir davettir…

6. Sonra zeval ve fenanın hakikatini şu maddeler üzerinden tefekkür edelim:

A. Zeval ve fena, sinema perdeleri gibi ve güneşe mukabil akan kabarcıklar misillü, lezzet verici bir teceddüd-ü emsaldir ve bir tazelenmektir.

B. Esma-i hüsnanın çok hasnâ ve güzel cilvelerini tazelendirmek için, âlem-i gaybtan gelip âlem-i şehadette vazifedarane bir seyeran ve cevelandır.

C. Cemal-i rububiyetin hikmettarane bir tezahüratıdır.

D. Mevcudatın hüsn-ü sermedîye karşı âyinedarlığıdır…

7. Sonra nur-u iman ve sırr-ı Kur’an ile altı cihete tekrar bakalım. Görelim ki: Geçmiş zaman bir mezar-ı ekber değildir. Belki zaman-ı istikbale inkılab eden ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-ı ahbaptır.

8. Diğer beş cihete de bakıp o cihetlerin de hakikatini tefekkür edelim. Bu cihetlerin hakikati Yirmi Altıncı Lem’a’da şöyle geçiyor:

“Bu altı cihetten gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve meyusiyet içinde çırpındığım hengâmda, birden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın semasında parlayan iman nurları imdada yetişti. O altı ciheti o kadar tenvir edip ışıklandırdı ki gördüğüm o vahşetler, o karanlıklar yüz derece tezauf etse idi yine o nur, onlara karşı kâfi ve vâfi idi. Bütün o dehşetleri birer birer teselliye ve o vahşetleri birer birer ünsiyete çevirdi. Şöyle ki:

(Meyusiyet: Ümitsizlik / Tenvir: Nurlandırma / Tezauf: Katlanmak / Vâfi: Yeterli)

İman, o vahşetli geçmiş zamanın mezar-ı ekber suretini yırtıp ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-ı ahbap olduğunu biaynelyakîn, bihakkalyakîn gösterdi.

(Meclis-i münevver: Nurlu meclis / Mecma-ı ahbap: Dostların toplandığı yer / Biaynelyakîn: Gözle görür gibi kesin bilir şekilde)

Hem iman, bir kabr-i ekber suretinde nazar-ı gaflete görünen gelecek zamanı, sevimli saadet saraylarında bir ziyafet-i Rahmaniye meclisi suretinde biilmelyakîn gösterdi.

(Biilmelyakîn: Şüphesiz ve kesin bir ilimle)

Hem iman, nazar-ı gaflete bir tabut vaziyetinde görünen hazır zamanı ve o hazır günün tabutiyet şeklini kırıp o hazır gün uhrevî bir ticaretgâh dükkânı ve şaşaalı bir misafirhane-i Rahmanî suretinde bilmüşahede gösterdi.

(Bilmüşahede: Gözle görür derecesinde)

Hem iman, nazar-ı gafletle ömür ağacının başında cenaze şeklinde görünen tek meyvesi cenaze olmadığını, belki ebedî bir hayata mazhar ve ebedî bir saadete namzet olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını biilmelyakîn gösterdi.

(Biilmelyakîn: Şüphesiz ve kesin bir ilimle)

Hem iman, kemiklerimle mebde-i hilkatimin toprağı, ayak altında ehemmiyetsiz mahvolmuş kemikler olmadığını; belki o toprak, rahmet kapısı ve cennet salonunun bir perdesi olduğunu sırr-ı iman ile gösterdi.

(Mebde-i hilkat: Yaratılışın başlangıcı)

Hem iman, nazar-ı gafletle arkamda, hiçlikte, yokluk karanlığında yuvarlanan dünyanın vaziyetini sırr-ı Kur’an ile gösterdi ki o zahirî zulümatta yuvarlanan dünya ise vazifesi bitmiş, manasını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücudda bırakmış bir kısım mektubat-ı Samedaniye ve sahaif-i nukuş-u Sübhaniye olduğunu gösterdi. Dünyanın mahiyeti ne olduğunu biilmelyakîn bildirdi.

(Zulümat: Karanlıklar / Sahaif-i nukuş-u Sübhaniye: Sübhanî nakışların sayfaları)

Hem iman, ileride gözünü açıp bana bakan kabri ve kabrin arkasında ebede giden caddeyi, nur-u Kur’an ile gösterdi ki o kabir, kuyu kapısı değil belki âlem-i nurun kapısıdır. Ve o yol ise hiçliğe ve ademistana değil belki vücuda, nuristana ve saadet-i ebediyeye giden yol olduğunu tam kanaat verecek bir derecede gösterdiğinden dertlerime hem derman hem merhem oldu.” (Yirmi Altıncı Lem’a)

Bu maddeler üzerinde çok tefekkür etmeli ve mezkûr hakikatleri ruhumuzda meleke hâline getirmeye çalışmalıyız. Benim bugünkü dersim bu maddeler üzerinde derinden derine tefekkür etmek. Gerçi bu ders bir güne sığmaz ama ne kadarını yapabilirsem kârdır.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin