a
Ana Sayfaİkinci Şua62. Amma kibriya ve azamet ve celalin vahdete şehadetleri ise o dahi Risale-i Nur’da…

62. Amma kibriya ve azamet ve celalin vahdete şehadetleri ise o dahi Risale-i Nur’da…

İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz:

“Amma kibriya ve azamet ve celalin vahdete şehadetleri ise o dahi Risale-i Nur’da parlak burhanlarıyla beyan edilmiş. Burada gayet muhtasar bir mealine işaret edilecek.”

(Burhan: Delil / Muhtasar: Öz, kısa)

Kibriya, azamet ve celal Allahu Teâlâ’nın büyüklüğünü ifade eden sıfatlardır. İmam Gazzâlî Hazretlerine göre, kibriya Allahu Teâlâ’nın zatının kemaline; celal, isim ve sıfatlarının kemaline; azamet ise her ikisinin de kemaline işaret eder.

Yine el-Kebir ismi Allah’ın zatının kemalini, el-Celil ismi isim ve sıfatlarının kemalini, el-Azim ismi ise her ikisinin de kemalini ifade eder.

“Mesela nasıl ki güneşin azamet-i nuru ve kibriya-yı ziyası, perdesiz ve yakınında bulunan başka zayıf nurlara hiçbir cihetle ihtiyaç bırakmadığı ve tesir vermediği gibi, öyle de kudret-i İlahiyenin azamet ve kibriyası dahi ayrı hiçbir kuvvete, hiçbir kudrete ihtiyaç bırakmadığı gibi, onlara hiçbir icadı hiçbir hakiki tesiri vermez.”

Metni biraz açalım:

O güneş ki Allahu Teâlâ’nın Nur isminin zayıf bir gölgesi ve milyonlar perdelerden geçmiş bir tecellisidir. Buna rağmen, nurunun azameti başka nurlara ihtiyaç bırakmıyor hatta hayat hakkı tanımıyor. Güneş bir doğdu mu geceyi aydınlatan bütün nurlar sönüp gidiyor.

Güneş misali gibi, kudret-i İlahiyenin de bir azamet ve kibriyası vardır. Hem bu azamet ve kibriya -güneş gibi sonlu ve sınırlı değil- sonsuz ve sınırsızdır. Allah’ın kudretinde bir sınır olmadığı gibi, bir had de yoktur.

Elbette böyle sonsuz ve sınırsız bir kudret gayrın müdahalesini reddeder, şeriki tardeder ve esbaba tesir-i hakiki vermez. Bu da vahdeti iktiza eder.

“Ve bilhassa kâinattaki bütün makasıd-ı Rabbaniyenin temerküz ettiği yeri ve medarları olan zîhayat ve zîşuurları başkalara havalesi kabil değil.”

(Makasıd-ı Rabbaniye: Rabbanî maksatlar / Temerküz: Toplanma / Medar: Yörünge)

Allahu Teâlâ’nın şu kâinatı yaratmasında pek çok maksatlar vardır. Bunlara makasıd-ı Rabbaniye denir. Mesela kendisini zîşuura tanıtmak istemesi, sevdirmek istemesi, kendi cemal ve kemaline karşı methüsena ettirmek istemesi ve zîşuurun minnettarlığını celbetmek istemesi makasıd-ı Rabbaniyedendir.

Bütün bu maksatlar da ancak sırr-ı vahdetle vücut bulur. Eğer vahdet olmazsa:

1. Allahu Teâlâ’nın kendisini zîşuura tanıtmak istemesine mukabil, batıl ilahlar vehmî olarak müdahil olur ve Zat-ı Zülcelal gizli kalır.

2. Kendini sevdirmek istemesine mukabil, nimetler başkasından bilinir ve muhabbet onlara çevrilip Zat-ı Zülcemal unutulur.

3. Kendi cemal ve kemaline karşı methüsena ettirmek istemesine mukabil, eşya esbaba veya tabiata havale edilir. Bununla da cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî gizlenir. Neticede esbaba methüsena edilip, fail-i hakiki olan Allahu Teâlâ unutulur.

4. Zîşuurun minnettarlığını celbetmek istemesine mukabil, kişi kendisine yapılan iyilik ve inayetleri esbabtan bilir. Minnettarlığını Allah’a yapacağına esbaba yapar.

Sözün özü: Bu âlemdeki bütün makasıd-ı Rabbaniye ancak sırr-ı vahdet ile vücud bulur. Sırr-ı vahdet olmazsa makasıd-ı Rabbaniye kaybolur, belki zıtlarına inkılap eder. Bu sırdan dolayı, Allahu Teâlâ’nın zîhayat ve zîşuurları başka ellere havale etmesi mümkün değildir.

Hem hilkat-i insaniyenin ve hadsiz enva-ı nimetin icadındaki gayelerin tezahür ettiği yerleri, menşeleri olan zîhayatların cüz’iyatındaki ahval ve semeratı ve neticeleri başka ellere havalenin hiçbir cihet-i imkânı yoktur.”

(Hilkat-i insaniye: İnsanın yaratılışı / Enva-ı nimet: Nimet çeşitleri / Tezahür: Görünme / Menşe: Bir şeyin ortaya çıktığı ve meydana geldiği yer/ Ahval: Hâller / Semerat: Meyveler)

Böyle uzun cümleleri ihata etmekte zorlandığınızda cümleyi parçalamalısınız. Mezkûr cümleyi şöyle parçalayabiliriz:

– Hem insanın hilkatinde hem de hadsiz enva-ı nimetin icadında bir kısım gayeler vardır. (Bu gayelere makasıd-ı Rabbaniye denilir ki birkaçını üstte zikretmiştik.)

– Bu gayelerin tezahür ettiği ve ortaya çıktığı yerler başta zîhayatlardır.

– Zîhayatların da cüz’iyatındaki ahvalde, semeratta ve neticelerde gözükür.

– Madem onlarda gözükür, o hâlde Allahu Teâlâ’nın onları başka ellere havale etmesi mümkün değildir. Zira havale ederse onlardaki makasıd-ı Rabbaniye yok olup gider. Allahu Teâlâ ise böyle bir hikmetsizliği yapmaktan son derece münezzehtir.

Gördüğünüz gibi, anlaşılması zor olan bir cümleyi parçaladığımızda ihatası gayet kolay oldu. Belki cümlede geçen, “zîhayatların cüz’iyatındaki ahval ve semeratı ve neticeleri” ifadesi üzerine birkaç kelam etmek gerekir.

Parçalardan oluşan ferde “küll” denir. Onu oluşturan parçalara “cüz” denir. Küll’lerin oluşturduğu şahs-ı maneviyeye ve neve “küllî” denir. O neve ait her bir ferde de “cüz’î” denir.

– Mesela ben bir küll’üm. Elim, kolum, ayağım ve diğer azalarım ise cüzdür.

– Yine bir ağaç külldür. Ağacın yaprağı, çiçeği ve meyvesi ise cüzdür.

– Bir fil külldür. Filin hortumu, ayakları, kulakları ve diğer azaları cüzdür.

– Yeryüzünün tamamını bir küll olarak düşünsek; dağlar, denizler, ovalar, ormanlar ve hakeza o küll’ün cüzleri olurlar.

– Güneş sistemimizi bir küll olarak düşünsek, her bir gezegen o küll’ün bir cüzüdür.

Küllî ise küll hükmündeki varlıklardan oluşan bütündür.

– Mesela ben küll isem insan kavramı küllîdir.

– Bir at küll ise hayvan kavramı küllîdir.

– Bir çiçek küll ise nebatat kavramı küllîdir.

Küllînin hariçte vücudu yoktur. Bu bir şahs-ı manevinin, bir nevin ve bir cinsin ismidir.

Cüz’î ise küllîyi oluşturan fertlerdir.

– Mesela insan nevi küllî, bir insan ise onun cüz’îsi olur.

– Ağaç nevi küllî, ağacın kendisi ise cüz’î olur.

“Cüz’iyat” ise “cüz’î” kelimesinin müennes çoğuludur. Demek “cüz’iyat” lafzıyla bütün efrad kastedilmiş. Makasıd-ı Rabbaniyenin ekserisi cüz’iyatın ahvalinde, semeratında ve neticelerinde gözükür. Üstad Hazretleri buna şu misalleri veriyor:

“Mesela bir zîhayat, cüz’î bir şifası veya bir rızkı veya bir hidayeti için Cenab-ı Hak’tan başkasına hakiki minnettar olmak ve başkasına perestişkârane methüsena etmek rububiyetin azametine dokunur ve uluhiyetin kibriyasına ilişir ve mabudiyet-i mutlakanın haysiyetine dokundurur, celalini müteessir eder.”

(Perestişkârane: Taparcasına)

Önemine binaen meseleyi kısaca tekrar edelim:

İnsanın, zîhayatın ve nimetlerin yaratılmasında birçok gayeler vardır. Mesela Cenab-ı Hak rızık verir; mukabilinde şükür ister. Şifa verir; mukabilinde methüsena ister. Hidayet verir; mukabilinde minnettarlık ister. Nimet verir; mukabilinde minnet ister ve hakeza…

Bütün bu gayeleri tahakkuk ettirecek saikler, zîhayatların cüz’iyatındaki ahvalde, semeratta ve onların neticelerinde tezahür eder. Şifa, rızık ve hidayet bu saiklere misaldir.

Elbette mahlukatı mezkûr gayelerin tahakkuku için halk eden Mevla Teâlâ, cüz’iyatı ve onların cüz’î ahvalini tabiata ve esbaba havale etmez ve onlara tesir-i hakiki vermez. Bu da tevhidi iktiza ve istilzam eder.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin