75. Çünkü nasıl bir adam askerlik haysiyetiyle bir kumandan-ı a’zama intisap ve istinad…
İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz:
“Çünkü nasıl bir adam, askerlik haysiyetiyle bir kumandan-ı a’zama intisap ve istinad ettiğinden… hem bir ordu onun arkasında -lüzum olursa- tahşid edilebilir bir kuvve-i maneviyeyi… hem o kumandanın ve ordunun kuvveti, onun ihtiyat kuvveti olmasıyla kuvvet-i şahsiyesinden binler defa ziyade maddi bir kudreti… hem o ehemmiyetli kuvvetinin menabiini ve cephanesini -ordu taşıdığı için- kendisi taşımaya mecbur olmadığından fevkalade işleri yapabilecek bir iktidarı kazandığından… o tek nefer, düşman olan bir müşiri esir ve bir şehri tehcir ve bir kaleyi teshir edebilir. Ve eseri harika ve kıymettar olur… Eğer askerliği terk edip kendi kendine kalsa, o harika kuvve-i maneviyeyi ve o fevkalade kudreti ve o mucizekâr iktidarı birden kaybederek… âdi bir başıbozuk gibi kuvvet-i şahsiyesine göre, cüz’î, kıymetsiz, ehemmiyetsiz işleri görebilir ve eseri de o nisbette küçülür.”
(Kumandan-ı a’zam: En büyük kumandan / İntisap: Bağlanma / İstinad: Dayanma / Tahşid: Toplamak / Menabi: Kaynaklar / Müşir: Mareşal / Tehcir: Göçe zorlama
Uzun bir metin okuduk. Mana açık olduğundan izahına gerek yok. İhata için şöyle özetlesek kâfi gelir:
Bir adam askere kaydolur ve bu haysiyetle bir kumandan-ı a’zama intisap ve istinad eder. Bu intisap ve istinattan şu neticeler hasıl olur:
1. Eğer lüzum olursa bir ordu onun arkasında toplanabilir. Kumandan-ı a’zam emreder; bütün ordu bir emirle o askerin imdadına koşar.
2. Bu cihetle o asker, büyük bir orduyu her daim arkasında bilir; bununla da azim bir kuvve-i maneviye kazanır.
3. Yine kumandanın ve ordunun kuvveti, o askerin ihtiyat kuvveti olur. Böyle olunca da kendi kuvvet-i şahsiyesinden binler defa ziyade maddi bir kuvveti kazanır.
4. Yine o asker, ordunun bütün cephanesini taşımaya mecbur kalmaz. Çünkü ordu onun namına taşır, ihtiyacı olsa ona sevk eder.
5. Böyle olunca da fevkalade işleri yapabilecek bir iktidarı kazandır; kuvvet-i şahsiyesinden binler defa ziyade işler yapar. Bir nefer iken bir mareşali esir eder, bir şehri göçe zorlar ve bir kaleyi zapt eder.
Eğer o asker kumandana intisap etmeyip tek başına hareket etseydi bütün kuvve-i maneviyesini, o fevkalade kudretini ve mucizekâr iktidarını kaybedecekti. Kaybettiğinde de ancak âdi bir başıbozuk gibi, kuvvet-i şahsiyesine göre, cüz’î, kıymetsiz, ehemmiyetsiz işleri görebilecekti. Eseri de bu nisbette küçülecekti.
Bu özetten sonra, şimdi metni bir daha okuyalım:
“Çünkü nasıl bir adam, askerlik haysiyetiyle bir kumandan-ı a’zama intisap ve istinad ettiğinden… hem bir ordu onun arkasında -lüzum olursa- tahşid edilebilir bir kuvve-i maneviyeyi… hem o kumandanın ve ordunun kuvveti, onun ihtiyat kuvveti olmasıyla kuvvet-i şahsiyesinden binler defa ziyade maddi bir kudreti… hem o ehemmiyetli kuvvetinin menabiini ve cephanesini -ordu taşıdığı için- kendisi taşımaya mecbur olmadığından fevkalade işleri yapabilecek bir iktidarı kazandığından… o tek nefer, düşman olan bir müşiri esir ve bir şehri tehcir ve bir kaleyi teshir edebilir. Ve eseri harika ve kıymettar olur… Eğer askerliği terk edip kendi kendine kalsa, o harika kuvve-i maneviyeyi ve o fevkalade kudreti ve o mucizekâr iktidarı birden kaybederek… âdi bir başıbozuk gibi kuvvet-i şahsiyesine göre, cüz’î, kıymetsiz, ehemmiyetsiz işleri görebilir ve eseri de o nisbette küçülür.”
Üstadımız bu misali şu hakikate bağlıyor:
“Aynen öyle de tevhid yolunda her şey Kadîr-i Zülcelal’e intisap ve istinad ettiğinden bir karınca bir firavunu, bir sinek bir Nemrut’u, bir mikrop bir cebbarı mağlup ettikleri gibi; tırnak gibi bir çekirdek, dağ gibi bir ağacı omuzunda taşıyarak o ağacın bütün âlât ve cihazatının menşei ve mahzeni bir tezgâh olmakla beraber, her bir zerre dahi yüz bin sanatlarda ve tarzlarda bulunan cisimleri ve suretleri teşkil etmek hizmetinde bulunmak olan hadsiz vazifeleri, o intisap ve istinad ile görebilir. Ve o küçücük memurların ve bu incecik askerlerin mazhar oldukları eserler gayet mükemmel ve sanatlı ve kıymettar olur. Çünkü o eserleri yapan zat, Kadîr-i Zülcelal’dir. Onların ellerine vermiş, onları perde yapmış. Eğer şirk yolunda esbaba havale edilse karıncanın eseri karınca gibi ehemmiyetsiz ve zerrenin sanatı zerre kadar kıymeti kalmaz ve her şey manen sukut ettiği gibi, maddeten dahi o derece sukut edecekti ki koca dünyayı beş para ile kimse almazdı.”
(İntisap: Bağlanma / İstinad: Dayanma / Âlât: Aletler)
Metni bölerek mütalaa edelim. Metinde geçen birinci madde şu:
“Aynen öyle de tevhid yolunda her şey Kadîr-i Zülcelal’e intisap ve istinad ettiğinden bir karınca bir firavunu, bir sinek bir Nemrut’u, bir mikrop bir cebbarı mağlup ettikleri gibi…”
Üstadımız, “Bir karınca bir firavunu… mağlup ettikleri gibi” dedi. Yine Yirmi Üçüncü Lem’a’da şöyle diyor: “Nasıl ki karınca o memuriyet cihetiyle firavunun sarayını harap ediyor.”
Karıncanın firavunun sarayını harap etmesi hususunda kaynaklarda bir bilgi bulamadım. Abdülkadir Badıllı Abi de bu meseleyi araştırmış ve eserinde şöyle demiş:
— Karınca hakkında rivayet bulunamadı. Zaten bu rivayet bir hadis-i şerif olmayıp tarihî bir hadisedir. Bazı İslam tarihçileri kaydetmiş olabilirler.
Benim gönlüme gelen izah şudur:
Muhtemelen Üstadımız mezkûr ifadeyle, şu ayet-i kerimede anlatılan hadiseye dikkat çekiyor:
A’raf suresinin 133. ayetinde, firavuna gönderilen musibetler şöyle sayılıyor:
فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الطُّوفَانَ وَالْجَرَادَ وَالْقُمَّلَ وَالضَّفَادِعَ وَالدَّمَ آيَاتٍ مُفَصَّلاَتٍ فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا مُجْرِمِينَ
“Biz onlara apaçık ayetler olarak tufan, çekirge, kummel, kurbağalar ve kan gönderdik. Onlar kibirlendiler ve mücrim bir kavim oldular.”
Ayette geçen “kummel” hakkında müfessirler farklı izahlar yapmışlar. Bir rivayete göre, “kummel”den murad karıncalardır. Bu karıncalar insanların elbiselerinin içine girip kanlarını emiyordu. Yine bir kimse bir şey yemek istediğinde hemen o şeyin içine doluyordu. On çuval unla değirmene giden bir kimse üç küçük torbayla zar zor geri dönebiliyordu. Bunlar insanların saçlarının içine dahi giriyor; kirpiklerinin ve tüylerinin arasında yuvalanıyordu.
Firavun bunlarla başa çıkamamış ve Hazreti Musa’ya giderek bu musibetin kalkması için Allah’a dua etmesini istemiştir.
Eğer Üstad Hazretlerinin beyanındaki “karıncalar” ile bu karıncalar kastedilmişse, “karıncanın firavunun sarayını başına yıkması” ifadesi mecaz bir ifade olup, bununla, firavunu mağlup etmesi ve onu perperişan etmesi kastedilmiştir.
Cümlede geçen, “Bir sinek bir Nemrut’u, bir mikrop bir cebbarı mağlup ettikleri gibi” ifadesi açık olduğundan izahına gerek duymuyor; tefekkürünü sizlere havale ediyoruz.
Metinde geçen ikinci madde şu:
“Tırnak gibi bir çekirdek, dağ gibi bir ağacı omuzunda taşıyarak o ağacın bütün âlât ve cihazatının menşei ve mahzeni bir tezgâh olmakla beraber…”
Mana açık olduğundan izahına girişmiyor; mütalaa ve tefekkürünü sizlere havale ediyoruz.
Metinde geçen üçüncü madde şu:
“Her bir zerre dahi yüz bin sanatlarda ve tarzlarda bulunan cisimleri ve suretleri teşkil etmek hizmetinde bulunmak olan hadsiz vazifeleri, o intisap ve istinad ile görebilir.”
Mana yine açık. Malumun ilamına gerek yok. Burada yapılması gereken şey hakikati tefekkür etmektir.
Metinde geçen dördüncü madde şu:
“Ve o küçücük memurların ve bu incecik askerlerin mazhar oldukları eserler gayet mükemmel ve sanatlı ve kıymettar olur. Çünkü o eserleri yapan zat, Kadîr-i Zülcelal’dir. Onların ellerine vermiş, onları perde yapmış.”
Bu mesele üzerine biraz konuşalım. Üstad Hazretleri Mesnevî’de şöyle diyor:
“Ey daire-i esbabdan zuhur eden işleri, hadiseleri esbaba isnad eden gafil, cahil! Mal sahibi zannettiğin esbab mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir.” (Mesnevi-i Nuriye, Lem’alar)
Evet, asıl mal sahibi sebepler değil, o sebepler arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir. Sebepler o kudretin sadece bir perdesidir. İmtihan dünyası olması hasebiyle Allah her şeyi bir sebeple yaratmakta ancak sebeplere bir tesir vermemektedir. Bu hakikate şu kısa delili sunalım:
Neticeleri yaratan sebepler olamaz. Çünkü sebeple netice arasında bir uyumsuzluk vardır. Bir misalle bu uyumsuzluğu anlatalım:
Bir çocuğun uzun bir treni çektiğini görseniz şöyle dersiniz: Bu treni bu çocuk çekemez. Çünkü bu treni çekmek için büyük bir kuvvete ihtiyaç vardır. Bu çocukta ise bu kuvvet yoktur. Bu durumda, bu çekme fiilinin faili bu çocuk olamaz. Olsa olsa bu çocuk bir perdedir. Treni çeken başkasıdır. Bu çocuk benim göremediğim o kuvvetli zata bir perde olmuştur. Benim treni çeken o zatı görmemem yokluğuna delalet etmez. Bilakis bu çekme faaliyeti onun varlığına delalet eder.
Aynen bunun gibi, şu âlemde de acayip faaliyetler sebepler eliyle yapılmaktadır. Ancak sebeplerle neticeler arasında büyük bir uyumsuzluk vardır. İşte bu uyumsuzluk bu işleri sebeplerin yapmadığını ve sebeplerin arkasında başka bir zatın varlığını ispat eder.
Mesela yumurtadan çıkan bir kuşu düşünelim: Burada yumurta sebep, kuş neticedir. Şimdi, sebeple netice arasındaki uyumsuzluğa bakalım: (Sebep dediğimizde yumurtayı, netice dediğimizde ise kuşu kastediyoruz.)
1. Sebebin hayatı yoktur, cansızdır. Neticenin ise bir hayatı vardır. Sebep kendinde olmayan hayatı neticeye nasıl verecek?
2. Sebebin ilmi yoktur ama neticede ilmin eseri gözükmektedir. Neticeyi yaratabilmek için nihayetsiz bir ilim sahibi olmak gerekir. İlmi olmayan hatta kendinden dahi haberi olmayan sebep neticeyi nasıl yaratacak ve neticede gözüken ilme nasıl sahip olacak?
3. Sebebin kudreti de yoktur, son derece âcizdir. Ancak neticede kudretin izi vardır. Kuş ancak sonsuz bir kudretle icat edilebilir. Kudreti olmayan sebep, varlığı için sonsuz bir kudrete ihtiyaç duyan neticeye yani kuşa nasıl sahiplik iddiasında bulunacak?
4. Sebebin iradesi de yoktur ama neticede irade gözükmektedir. Kuşun varlığı yokluğuna tercih edilmiş ve ona onlarca cihaz ve duygu takılmıştır. Bütün bunlar ancak bir tercih edenin tercihiyle olabilir. Tercih edebilmek için de irade sıfatına sahip olunması şarttır. Sebebin hayatı yoktur ki iradesi olsun. Bu durumda, iradesi olmayan sebep, kuşun varlığını yokluğuna nasıl tercih edecek ve ona onlarca cihazı nasıl takacak?
Daha bunlar gibi, sebeple netice arasında onlarca uyumsuzluk vardır. İşte bu uyumsuzluklar ispat eder ki hakiki mal sahibi esbab değil, o sebepler arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir.
Metinde geçen beşince madde şu:
“Eğer şirk yolunda esbaba havale edilse karıncanın eseri karınca gibi ehemmiyetsiz ve zerrenin sanatı zerre kadar kıymeti kalmaz ve her şey manen sukut ettiği gibi, maddeten dahi o derece sukut edecekti ki koca dünyayı beş para ile kimse almazdı.”
Mana açık olduğundan izahına girişmiyor; mütalaa ve tefekkürünü sizlere havale ediyoruz.
Üstad Hazretleri tevhidin ikinci muktezîsini şöyle tamamlıyor:
“Madem hakikat budur. Ve madem her şey nihayet derecede hem kıymettar hem sanatlı hem manidar hem kuvvetli görünüyor, gözümüzle görüyoruz. Elbette tevhid yolundan başka yol yoktur ve olamaz. Eğer olsa, bütün mevcudatı değiştirmek ve dünyayı ademe boşaltıp yeniden ehemmiyetsiz muzahrefatla doldurmak lazım gelecek. Ta ki şirke yol açılabilsin.
İşte İmam-ı Ali’nin (ra) tabirince Siracünnur ve Siracüssürc olan Resaili’n-Nur’da tevhide dair beyan ve izah edilen yüzler burhanlardan bir tek burhanın icmalini işittin, ötekileri kıyas edebilirsin.”
(Adem: Yokluk / Muzahrefat: Çerçöp, pislik)
Mana açık olduğundan izahına girişmiyor; mütalaa ve tefekkürünü sizlere havale ediyoruz.
Yazar: Sinan Yılmaz