57. Hem insanın bütün cihazatları ve hissiyatları sırr-ı vahdetle gayet yüksek bir kıymet alırlar…
Üstad Hazretleri insan hakkında, “Eğer vahdet olmazsa insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflîsi ve hayvanatın en biçaresi ve zîşuurun en hüzünlüsü ve azaplısı ve gamlısı olur.” buyurdu ve bu hakikatin üç sebebini beyan etti. Biz de önceki derslerde bu sebepleri mütalaa ettik. Üstadımız dördüncü sebebi şöyle beyan ediyor:
“Hem insanın bütün cihazatları ve hissiyatları, sırr-ı vahdetle gayet yüksek bir kıymet alırlar ve şirk ve küfür ile gayet derecede sukut ederler.”
İkinci sebepte şöyle denilmişti:
“Mahiyeti öyle çok ve mütenevvi âlâtla ve hissiyatla teçhiz edilmiş ki yüz bin çeşit elemleri hisseder ve yüz binler tarzlarda lezzetleri zevk ederek ister.”
İki ifadeyi karşılaştırdığımızda şu farkı görüyoruz: İkinci sebepte, cihazat-ı insaniyeye ve hissiyat-ı beşeriyeye elem ve lezzetleri cihetiyle bakılmış. Dördüncü cihette ise kıymet kazanmaları zaviyesinden nazara alınmış. Gerçi bu meseleler girift meselelerdir. Biri mütalaa edilirken diğerine de dokunulur.
Üstad Hazretleri mezkûr hakikate üç misal veriyor. Birinci misal şu:
“Mesela insanın en kıymettar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhid ile olsa o akıl, hem İlahî kudsi defineleri hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur. Eğer şirk ve küfre düşse o akıl, o hâlde geçmiş zamanın elim hüzünlerini ve gelecek zamanın vahşi korkularını insanın başına toplattıran meş’um ve sebeb-i taciz bir âlet-i bela olur.”
(Meş’um: Uğursuz)
Aklın bir anahtar olup İlahî kudsi defineleri ve kâinatın binler hazinelerini açması şudur:
Zerreden tutun seyyarata kadar her bir mahluk âdeta bir rahmet definesi ve hikmet hazinesi olup bu define ve hazinelerde Cenab-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnası saklanmıştır. Akıl bu defineleri açmakta ve saklı olan esmâ-i İlahiyeyi keşfetmektedir.
Dilerseniz, bir defineyi ve hazineyi beraber açalım. Bu sayede aklın nasıl tılsımlı bir anahtar olduğu daha net anlaşılır. Şimdi, bir rahmet definesi ve hikmet hazinesi olan yağmura bakalım ve akıl anahtarı ile onda saklı olan esmâ-i İlâhiyenin bir kısmını keşfedelim:
1. Yağmurun varlığı yokluğuna tercih edilmiştir. Yani yağmur damlaları bir vakit önce yoktu, şimdi ise var. Bir şeyin varlığını yokluğuna tercih edebilmek ancak irade sıfatına sahip olmakla mümkündür. O hâlde yağmuru yaratan Zatın iradesi olmalıdır. İradesi olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz. İşte akıl, Cenab-ı Hakk’ın “Mürid” ismini keşfetti.
2. Yağmurun yapısında iki hidrojen ve bir oksijen vardır. İki hidrojen ve bir oksijeni bir araya getirerek yağmur tanelerini oluşturmak ancak nihayetsiz bir ilim sahibi olmakla mümkündür. O hâlde yağmuru yaratan Zatın ilmi de olmalıdır. İlmi olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz. İşte akıl, yağmurun yaratılışındaki hikmete bakarak Cenab-ı Hakk’ın “Alîm” ismini keşfetti.
3. Yağmuru yaratabilmek için ayrıca nihayetsiz bir kudrete sahip olmak gerekir. Zira yakıcı ve yanıcı iki maddeyi birleştirip yangın yerine su icat etmek ancak sonsuz bir kudret ile olabilir. O hâlde yağmuru yaratan Zatın kudreti de olmalıdır. Kudreti ve kuvveti olmayanın tek bir damlayı yaratması mümkün değildir. İşte akıl, Cenab-ı Hakk’ın “Kadir” ismini keşfetti.
4. Yağmur tanelerini birbirine çarptırmadan yağdırmak ve yağmura saymakla bitmeyecek kadar çok menfaat takabilmek için hikmet sahibi olmak gerekir. Hikmeti olmayanın tek bir damlayı icat etmesi ve yağmura bunca faydayı takması mümkün değildir. O hâlde yağmuru yaratan Zatın hikmeti de olmalıdır. İşte akıl, Cenab-ı Hakk’ın “Hakîm” ismini keşfetti.
5. Yağmur yaratılırken tek başına ele alınmamış, bütün eşya ile alakası gözetilmiş. Mesela o suyu insan ve hayvanlar içer, toprak onunla canlanır ve bitkiler ve ağaçlar onunla hayat bulur. Yani yağmur yaratılırken tek başına planlanmamış ve bütün eşya ile münasebetleri gözetilerek onlara fayda sağlayacak bir şekilde yaratılmış. Bu durumda, yağmuru yaratan Zat hem insanı, hem hayvanatı, hem de nebatatı bilmelidir ki onların vücutlarına faydalı bir şekilde yağmuru yaratabilsin. Bu ise bütün eşyayı ihata etmesiyle mümkündür. Bütün eşyayı ayna anda ihata edemeyen ve onları göremeyen, yağmuru onlara faydalı kılamaz. O hâlde yağmuru yaratan Zatın ihatası ve görmesi de olmalıdır. İşte akıl, Cenab-ı Hakk’ın “Muhit” ve “Basir” isimlerini keşfetti.
6. Yağmuru yeryüzü ahalisine göndermek sonsuz bir rahmetin eseridir. Yeryüzü ahalisine acımayanın ve rahmeti olmayanın yağmuru yaratması mümkün değildir. O hâlde yağmuru yaratan Zatın rahmeti olmalıdır. Rahmeti olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz. İşte akıl, Cenab-ı Hakk’ın “Rahim” ismini keşfetti.
7. Saydığımız sıfatlara sahip olabilmek için de ilk önce hayat sahibi olmalıdır. Zira hayatı olmayanın ne iradesi, ne ilmi, ne kudreti ve ne de diğer sıfatları olur. İşte akıl, Cenab-ı Hakk’ın “Hayy” ismini keşfetti.
8. Yağmur taneleri şekil itibarıyla birbirine benzemektedir. O hâlde hepsi tek elden çıkmıştır. Zira başka bir el karışsaydı şekillerinde bir farklılık olurdu. Madem farklılık yok, o hâlde ikinci bir el de yok. Tek bir damlayı kim yaratmışsa bütün yağmur damlalarını da o yaratmıştır. Demek yağmur damlalarının birbirine benzemesi, ancak onları yaratan Zatın birliği ile izah edilebilir. İşte akıl, Cenab-ı Hakk’ın “Vâhid, Ehad, Ferd” isimlerini keşfetti.
Daha bunlar gibi onlarca isim ve sıfat, bir rahmet definesi ve bir hikmet hazinesi olan yağmurda saklanmıştır. Akıl ise bu define ve hazinede gizlenmiş olan esmâ-i hüsnâyı keşfeder ve âdeta o yağmur damlasını bir kitap gibi okur.
Akıl Allah’a satılırsa böyle tılsımlı bir anahtar olur. Eğer Allah’a satılmayıp nefis hesabına çalıştırılırsa uğursuz ve rahatsızlık verici bir alet derekesine iner. Geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını insanın biçare başına yükler ve bununla muzır bir alet hükmünü alır.
Üstadımız ikinci örneği şöyle veriyor:
“Hem mesela insanın en latif ve şirin bir seciyesi olan şefkat; eğer sırr-ı tevhid onun yardımına yetişmezse öyle müthiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil valide, bu hırkatı tam hisseder.”
(Hırkat: Ayrılık ateşi, yanma / Firkat: Ayrılık / Rikkat: Acıma)
Mana açık olduğundan izahına girişmiyor; mütalaa ve tefekkürünü sizlere havale ediyoruz.
Üstadımız üçüncü örneği şöyle veriyor:
“Hem mesela insanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet, eğer sırr-ı tevhid yardım etse bu küçücük insanı, kâinat kadar büyüttürür ve genişlik verir ve mahlukata nazenin bir sultan yapar. Eğer şirk ve küfre düşse el-iyazü billah öyle bir musibet olur ki mütemadiyen zeval ve fenada mahvolan hadsiz mahbublarının ebedî firakları ile biçare kalb-i insanîyi her dakika parça parça eder. Fakat gaflet veren lehviyatlar, muvakkaten iptal-i his nevinden zahiren hissettirmiyor.”
(Lehviyat: Oyun ve eğlence kabilinden şeyler)
Mana açık olduğundan yine izahına girişmiyor; mütalaa ve tefekkürünü sizlere havale ediyoruz. Ancak mütalaa etmeden sakın geçmeyin. Bu izahlar elmas ve pırlanta değerindedir. Manayı ruhunuza iyice yedirin ve latifelerinizi hakikatin boyasıyla iyice boyayın…
Üstad Hazretleri, “İnsanın bütün cihazatları ve hissiyatları, sırr-ı vahdetle gayet yüksek bir kıymet alırlar ve şirk ve küfür ile gayet derecede sukut ederler.” buyurdu ve bu hakikate dair üç misal verdi. Altıncı Söz’de aynı hakikat, “göz” ve “dil” cihazları üzerinden de tahkik ediliyor. Bu makamda bu iki misali de mütalaa edelim.
Üstad Hazretleri göz hakkında şöyle diyor:
“Mesela göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyir ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîr’ine satsan ve Onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.” (Altıncı Söz)
(Hasse: Duygu / Kavvad: Deyyus, günaha vasıta olan / Sâni-i Basîr: Her şeyi gören ve sanatla yaratan Allah / Kitab-ı kebir-i kâinat: Büyük kâinat kitabı / Mucizat-ı sanat-ı Rabbaniye: Allah’ın sanatının mucizeleri / Küre-i arz: Yeryüzü)
Şimdi metni mütalaa edelim. Göz Allah hesabına kullanıldığında üç sıfatı kazanır:
1. Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı olur.
İlk önce “kitab-ı kebir-i kâinat” ifadesi üzerinde biraz duralım:
Cenab-ı Hakk’ın iki farklı kitabı vardır:
Birincisi: Kelam sıfatından gelen Kur’an’dır.
İkincisi: Tekvin sıfatından gelen kâinat olup kudret kalemiyle yazılmıştır.
Kelam sıfatından gelen Kur’an kitabının kelimeleri olduğu gibi, tekvin sıfatından gelen kâinat kitabının da kelimeleri vardır. Her bir mahluk bu kitabın bir kelimesidir. Kuş bir kelimedir, çiçek bir kelimedir, dağ bir kelimedir; deniz, güneş, yıldızlar ve her ne varsa, bu kitabın bir kelimesidir. Bu kâinat kitabı bütün ayetleriyle kâtibi olan Zat-ı Zülcelal’i tarif ve ilan etmektedir.
Göz, bu kitapta yazılmış olan İlahî isim ve sıfatları okur ve onları mütalaa eder. Aslında mütalaa vazifesi gözün değil, aklın vazifesidir. Zira göz sadece yazıyı görür. Manalar gözde değil akılda anlaşılır. Ancak akıl bu mütalaayı göz vasıtasıyla yaptığından dolayı göz bir cihetten aklın sıfatı olan mütalaaya ortak olmuş olur.
2. Şu âlemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisi olur.
Mucize: Tâkâd-ı fevk-i beşer olan şeye yani insanın gücünün yetmediği şeye denir.
Bu mana itibarıyla, şu âlemde yaratılan her şey bir mucizedir. Zira bütün insanlar bir araya gelse, değil güneşleri ve yıldızları yapmak, bir sineği ya da bir otu bile icat edemezler. Demek sinek bir mucizedir, ot bir mucizedir, yaprak bir mucizedir, yağmur damlası bir mucizedir ve bunlar gibi her şey bir mucizedir!
Aynı zamanda bu mucizeler birer sanat harikasıdır. Âlemi bir kenara koyarak sadece bir kuşa ya da bir kelebeğe baksanız, nasıl bir harika-ı sanat olduğunu görürsünüz. Fazla söze hacet yok!..
İşte göz Allah’a satıldığında ve bu âleme Allah hesabına baktığında, bu âlemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisi olur ve eşyaya Allah’ın sanatı hasebiyle bakar. Göz mucizevi sanatı görür; akıl ise sanatkârını tefekkür eder.
3. Küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.
Bunun manası şudur: Ehl-i imanın nazarında şu kâinat, gül ve çiçeklerle süslenmiş bir cennet bahçesidir. Gözün bebeği ise bu cennet bahçesinde bal yapan bir bal arısıdır. Yeryüzündeki gül ve çiçek gibi delillerden alacağı ibret ile vicdanda iman balını yapar. Yani bal arısının çiçeklerden nektar toplayarak bal yapması gibi, göz bebeği de çiçek gibi delillerden Allah’ın varlığına ait deliller toplar ve iman balını yapar.
Üstadımız, gözün mübarek bir bal arısı olması meselesini İşârâtü’l-İ’caz’da şöyle beyan ediyor:
“Zira gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kâinat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de balarısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, burhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar.” (İşârâtü’l-İ’caz)
(Kavileşmek: Kuvvetlenmek / Müzeyyen: Süslenmiş / Menkuş: Nakşedilmiş / Usare: Sıkılmış şeylerden çıkan su)
Göz Allah’a satılırsa şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı, şu âlemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkıyor. Eğer Allah’a satılmayıp nefis hesabına çalıştırılırsa, devamsız bazı güzellikleri ve manzaraları seyir ile şehvet ve nefsin arzularına hizmet eden bir kavvad derekesine iniyor.
Üstad Hazretleri dil hakkında da şöyle diyor:
“Mesela dildeki kuvve-i zaikayı, Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan; belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzak-ı Kerîm’e satsan, o zaman dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i İlahiye hazinelerinin bir nâzır-ı mahiri ve kudret-i Samedaniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.” (Altıncı Söz)
(Kuvve-i zaika: Tad alma duyusu / Fâtır-ı Hakîm: Hikmetli yaratıcı (Allah) / Tavla: Ahır / Nâzır-ı mahir: Maharetli gözlemci / Kudret-i Samedaniye: Hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şeyin kendisine muhtaç olduğu Allah’ın sonsuz kudreti / Matbah: Mutfak / Müfettiş-i şâkir: Şükreden müfettiş)
Dil için de iki ihtimal var:
1. Ya midenin izin verdiklerine “Geç.”, izin vermediklerine “Dur.” diyen bir kapıcı olacak; bununla da en kıymetsiz bir derekeye inecek.
2. Ya da rahmet hazinelerinin mahir bir nâzırı ve kudret mutfağının şâkir bir müfettişi olacak. Allah hesabına tadacak, lezzetin derecesini ölçecek; bununla da Rezzak isminin bir cilvesini görüp Rezzak-ı Kerîm’e şükredecek.
Üstad Hazretleri Altınca Söz’de neticeyi şöyle bağlıyor:
“İşte ey akıl, dikkat et! Meş’um bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede?.. Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvad nerede, kütüphane-i İlahînin mütefennin bir nâzırı nerede?.. Ve ey dil, iyi tat! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hâssa-i rahmet nâzırı nerede?” (Altıncı Söz)
(Meş’um: Uğursuz / Mütefennin: Fenci / Tavla: Ahır / Hazine-i hâssa-i rahmet nâzırı: İlahi rahmetin çok özel hazinelerinin gözlemcisi)
Bu manaları daha önce mütalaa ettiğimizden tekrar izahına girişmiyoruz. Şimdi ana metne dönelim. Üstadımız şöyle diyor:
“İşte bu üç misale yüzer cihazat ve hissiyat-ı beşeriyeyi kıyas etsen vahdet, tevhid ne derece kemalât-ı insaniyeye medar olduğunu anlarsın. Bu Üçüncü Meyve dahi Siracünnur’un belki yirmi risalelerinde gayet güzel bir tafsil ve hüccetli bir surette beyan edildiğinden burada kısa bir işaretle iktifa ederiz.”
Üstad Hazretleri üç misal verdi, biz de Altınca Söz’den iki tane ilave ettik ve mezkûr hakikati beş misal üzerinden mütalaa ettik.
Yazar: Sinan Yılmaz