47. Hem sırr-ı tevhid ile ahiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulat yetiştiren bir mezra…
İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz. Metnin birinci maddesini mütalaa etmiştik. İkinci maddesinde Üstadımız şöyle demişti:
“Hem sırr-ı tevhid ile ahiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulat yetiştiren bir mezra ve dâr-ı saadet tabakalarına a’mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i bekada hususan cennet-i a’lâdaki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken…”
(Mezra: Tarla / A’mal-i beşeriye: Beşerin amelleri / Sermedî: Daimî)
Bu madde içinde üç madde var. Üçüncü maddeden başlayalım: Âlem-i bekada hususan cennet-i a’lâdaki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken…
Kısım kısım ilerleyelim:
Âlem-i bekada: Yani baki olan ahiret âleminde.
Cennet-i a’lâdaki ehl-i temaşaya: Cennet-i a’lâ “en yüksek cennet” manasındadır. Bu ifadeye cennetin bütün tabakaları dâhildir; çünkü kelamın devamından bu mana anlaşılıyor. “Ehl-i temaşa” ise bu cennetlerin sakinleridir. Cenneti ve içindeki güzellikleri seyrettikleri için “ehl-i temaşa” olarak vasfedilmişler. Rabbim bizleri de onlardan eylesin.
Dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken: Bu hakikat -daha sade bir ifadeyle- Lâsiyyemat’ta şöyle geçiyor:
“Bu menzilde gösterilen fâni, zâil hâller, o âlemde baki ve daimî semereler verecektir.”
Yine Onuncu Söz’de şöyle geçiyor:
“Hem anlarsın ki şu fâni masnuat fena için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki vücudda kısa bir zaman toplanıp, matlub bir vaziyet alıp ta suretleri alınsın, timsalleri tutulsun, manaları bilinsin, neticeleri zapt edilsin. Mesela ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin.”
Bu ifadelerden anlıyoruz ki: Bu dünyadaki hadisat ehl-i cennete ebedî manzaralar olacaktır. Nasıl ki filmlerde geçmiş zamanı seyredebiliyoruz; aynen bunun gibi, ehl-i cennet de manevi sinemalarda dünyanın her anını seyredebilecek.
Şunu bir hayal edin:
– Kâinatın yaratılışını seyrediyorsunuz. Hem de filmini değil gerçeğini. Belki de bu sinema üç boyutlu, içine girip yaşıyorsunuz.
– Hz. Musa’nın denizi geçişini seyrediyorsunuz.
– Ashab-ı Kehf’i -zalim sultana karşı hakkı haykırırken ve mağarada uyurken- görüyorsunuz.
– Hz. İbrahim’i ateşe atılırken seyrediyorsunuz.
– Bedir’i, Uhud’u seyrediyor; Peygamberimiz (a.s.m.)’ın hicretinde onunla beraber adım atıyorsunuz…
Yani âlemin neresini, hangi zaman diliminde görmek istiyorsanız, o kaseti takıyor, içine girip izliyorsunuz. Tabii biz nakıs fikrimizle ahiretin sinemasını bu kadar hayal edebiliyoruz. Acaba o sinema nasıl bir sinemadır ve izlerken nasıl bir keyif alınır, bunu ancak cennete girersek anlarız!
Üçüncü maddenin mütalaasında bu kadarla iktifa edelim ve birinci maddeye geçelim.
Üstadımız şöyle demişti: Hem sırr-ı tevhid ile ahiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulat yetiştiren bir mezra…
Âlemin bir mezra olmasına iki cihetten bakabiliriz:
1. Üstte ifade ettiğimiz gibi, âlem-i beka için ebedî ve sermedî manzaralar bu âlemde oluşur. Bu cihetle, şu âlem ebedî manzaraların bir tarlasıdır.
2. İnsanın ameli cihetiyle de bu dünya bir tarladır. Üstadımız bu ciheti Yirmi Dördüncü Mektup’ta şöyle beyan ediyor:
“Dünyanın ve eşyanın üç tane yüzü var:
İkinci yüzü: Ahirete bakar, âlem-i bekaya nazar eder, onun tarlası hükmündedir. Bu yüzde, baki semereler ve meyveler yetiştirmek var; bekaya hizmet eder, fâni şeyleri baki hükmüne getirir. Bu yüzde dahi mevt ve zeval değil, belki hayat ve beka cilveleri var.”
Yine On Yedinci Söz’de şöyle geçiyor:
“Dünya bir mezradır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; muzahrefatını at, ehemmiyet verme.”
Birinci maddenin mütalaasında bu kadarla iktifa edelim ve ikinci maddeye geçelim.
Üstadımız şöyle demişti: Dâr-ı saadet tabakalarına a’mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika…
Bu madde birinci maddeye benziyor… Burada Üstadımız âleme farklı cihetlerden bakıyor. Bir cihetten bakıyor, “Âlem bir tarladır.” diyor. Başka bir cihetten bakıyor, “Âlem bir fabrikadır.” diyor. Daha başka bir cihetten bakıyor, “Sinemalı bir fotoğraftır.” diyor.
Tarla cihetiyle bakınca, “çok mahsulat yetiştiren” diyor. Fabrika cihetiyle bakınca, “çok hasılatıyla levazımat tedarik eden” diyor. Ebedî manzaraları oluşturması cihetiyle bakınca, “yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğraf” diyor. Hülasa, her makama uygun bir ifade kullanıyor. Birbirine benzeyen manaları tekit için farklı şekillerde ifade ediyor.
Şimdi, mütalaasını yaptığımız metni baştan buraya kadar teenni ile bir daha okuyalım ve daha sonra mütalaaya devam edelim:
“Sırr-ı vahdet ile kâinat öyle cesim ve cismanî bir melaike hükmünde olur ki… mevcudatın nevileri adedince yüz binler başlı… ve her başında o nevide bulunan fertlerin sayısınca yüz binler ağız… ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza ve aza ve hüceyratı miktarınca yüz binler diller ile Sâniini takdis ederek tesbihat yapan… İsrafil-misal ubudiyette ulvi bir makam sahibi… bir acayibü’l-mahlukat iken… hem sırr-ı tevhid ile ahiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulat yetiştiren bir mezra… ve dâr-ı saadet tabakalarına a’mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika… ve âlem-i bekada hususan cennet-i a’lâdaki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken…”
Sırr-ı vahdet ile kâinat böyle gözüküyor. Şirk ise bu manayı bütün bütün yok ediyor ve kâinatı şu derekeye indiriyor:
“Şirk ise bu çok acib ve tam mutî, hayattar ve cismanî melaikeyi camid, ruhsuz, fâni, vazifesiz, hâlik, manasız, hâdisatın herc ü merci altında ve inkılabların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir perişan mecmua-yı vâhiyesi hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaattar fabrikayı mahsulatsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı ve umum zîşuurun matemhanesi ve bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir.”
(Mutî: İtaatkâr / Hâlik: Helâk olan / Adem: Yokluk / Zulümat: Karanlıklar / Mecmua-yı vâhiye: Boş, manasız ve abes işlerin mecmuası / Muattal: İşe yaramaz / Mel’abegâh: Oyun yeri)
Metnin şemasını çıkararak ihatasını kolaylaştıralım:
SIRR-I VAHDET İLE KÂİNAT |
ŞİRK GÖZÜYLE KÂİNAT |
Çok acib… tam mutî… hayattar… ve cismanî bir melaikedir. |
Camid… ruhsuz… fâni… vazifesiz… hâlik… manasız… hâdisatın herc ü merci altında ve inkılabların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan… bir perişan mecmua-yı vâhiyedir. |
Çok garib… tam muntazam… menfaattar bir fabrikadır. |
Mahsulatsız… neticesiz… işsiz… muattal… karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı… sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı… umum zîşuurun matemhanesi… bütün zîhayatın mezbahası… ve hüzüngâhı suretindedir. |
Bu maddelerin her biri üzerine bir mütalaa yapılabilir. Bizler sözü uzatmamak için mütalaaya girişmiyor; mütalaa ve tefekkürünü sizlere havale ediyoruz. Zaten mana açıktır.
Üstadımız meseleyi şuraya bağlıyor:
“İşte اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ sırrıyla, şirk bir tek seyyie iken ne kadar çok ve büyük cinayetlere medar oluyor ki cehennemde hadsiz azaba müstahak eder. Her ne ise… Siracünnur’da bu İkinci Meyve’nin izahatı ve hüccetleri mükerreren beyan edildiğinden, o uzun kıssayı kısa bıraktık.”
Kâfirin işlemiş olduğu cinayetler üzerine derûnî tefekkürler yapmalıyız. Çünkü nefiste bir damar var ki bu damar sözde kâfirin hakkını koruyor ve Allah’a itirazda bulunup, “Kısa bir ömürde işlenen günahlara mukabil ebedî cehennem nasıl adalet olabilir?” diyor.
O damara, şirkin ve küfrün ne kadar çok ve büyük cinayetlere medar olduğunu; bu sebeple de ebedî azaba tam müstahak olduğunu kati bir şekilde ispat etmeliyiz ki itirazı bırakıp kulluğa rücu etsin.
Yazar: Sinan Yılmaz