a
Ana Sayfaİkinci Şua59. İkinci Makam: Tevhidi ve vahdaniyeti ve vahdeti kat’î bir surette iktiza ve istilzam ve icab eden…

59. İkinci Makam: Tevhidi ve vahdaniyeti ve vahdeti kat’î bir surette iktiza ve istilzam ve icab eden…

İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz:

İKİNCİ MAKAM

“Tevhidi ve vahdaniyeti ve vahdeti, kat’î bir surette iktiza ve istilzam ve icab eden ve şirki ve iştiraki kabul etmeyen ve müsaade vermeyen deliller hadsizdirler. Onlardan yüzler, belki binler burhanlar Risale-i Nur’da tafsilen ispat edildiğinden burada muktezîlerin üç adedine icmalen işaret edilecek.”

(İstilzam eden: Gerektiren / İştirak: Ortaklık / Burhan: Delil / Tafsilen: Uzun uzadıya, ayrıntılı bir şekilde / Muktezî: İktiza eden, gerektiren / İcmalen: Kısaca)

Şu üç kavramın manasını izah edelim:

Tevhid: Birlemek yani Allahu Teâlâ’nın bir olduğuna inanmak demektir. Bu kelime tef’il babından olan  وَحَّدَ  (birledi) kelimesinin masdarıdır. Ehl-i tevhid de “Allah’ı birleyenler” yani “Allah’ın bir olduğuna inananlar” manasındadır.

Vahdaniyet: “Bir, yegâne, tek” anlamında sinâî bir masdar olup, “Allah’ın zatında ve sıfatlarında ortağının bulunmaması, bir ve tek olması” manasındadır.

Vahdet: “Bir ve tek olmak, tek kalmak” anlamındaki “vahd” kökünden masdar olup “birlik, teklik, bütünlük” anlamında kesretin karşıtıdır. Bununla da Allah’ın birliği kastedilir.

Bu kelimeler -görüldüğü üzere- birbirine yakın manada olup tekit için kullanılmıştır.

Metne devam edelim:

“Birincisi: Bu kâinatta göz ile görünen hakîmane ef’alin ve basîrane tasarrufatın şehadetiyle bu masnuat bir Hâkim-i Hakîm’in, bir Kebir-i Kâmil’in hudutsuz sıfat ve isimleriyle ve nihayetsiz mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor, icad ediliyor.”

(Masnuat: Sanatlı eserler / Hâkim-i Hakîm: Hikmet sahibi hâkim / Kebir-i Kâmil: Kemal sahibi olan büyük zat / Mutlak: Sınırsız, kayıtlı olmayan)

İlk önce “hakîmane ef’al” ifadesini açalım:

Hikmet: Her işte menfaatlere riayet edilmesi, boş ve abes bir işin yapılmamasıdır. Hikmetin zıddı israf ve abesiyettir.

Hakîmane: Hikmetli olarak, Hakîm ismine yaraşır bir surette, faydalı ve gayeli bir tarzda, hikmetli bir şekilde demektir.

Hakîmane ef’al ise: Hikmetli bir şekilde ve Hakîm ismine yaraşır bir surette yaratılan fiiller manasındadır.

Şu âlemdeki birçok fiil vardır. Yaratma, rızık verme, diriltme, öldürme, yok etme, şekil ve suret verme, büyütme, süsleme, nizama koyma, kemale ulaştırma, terbiye etme gibi birçok fiil her an tecelli etmektedir. Bütün bu fiiller de hakîmane bir surette yaratılmaktadır.

Böyle meseleleri somut örnekler üzerinden tefekkür etmek meselenin anlaşılmasını kolaylaştıran bir amildir. Biz de böyle yapalım ve “hakîmane ef’al” ifadesini maddenin en küçük yapı taşı olan atom üzerinde tefekkür edelim:

Hava, su, dağlar, hayvanlar, bitkiler; en küçüğünden en büyüğüne kadar gördüğünüz, dokunduğunuz, hissettiğiniz her şey atomlardan meydana gelmiştir. Atomlar öyle küçük parçacıklardır ki en güçlü mikroskoplarla dahi görmek mümkün değildir.

Atomun küçüklüğünü şu örnekle açıklamaya çalışalım:

Bir anahtar düşünelim… Kuşkusuz bu anahtarın içindeki atomları görebilmemiz mümkün değildir. Görebilmek için, bu anahtarı dünyanın boyutlarına getirdiğimizi farz edelim. Elimizdeki anahtar dünya kadar büyürse, işte ancak o zaman anahtarın içindeki her bir atom bir kiraz büyüklüğüne ulaşır ve biz de onları görebiliriz.

Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yörüngelerde dönüp dolaşan elektronlardan oluşur. Çekirdeğin yarıçapı ise atomun yarıçapının on binde biri kadardır.

Şimdi, elimizdeki anahtarı dünya kadar büyüttüğümüzde ortaya çıkan kiraz büyüklüğündeki atomların içinde çekirdeği arayalım… Bu arayış boşunadır. Çünkü böyle bir ölçekte bile çok daha küçük olan çekirdeği gözlemleme imkânımız kesinlikle yoktur. Çekirdeği görebilmemiz için, atomumuzu temsil eden kiraz yeniden büyüyüp iki yüz metre yüksekliğinde kocaman bir top olmalıdır. Bu akıl almaz boyuta karşı atomumuzun çekirdeği yine de çok küçük bir toz tanesinden daha iri bir duruma gelmeyecektir.

Şimdi, bu küçük yapıdaki hâkimane ef’ali görelim:

Atomda bulunan elektronlar, sahip oldukları elektrik yükü nedeniyle çekirdeğin etrafında sürekli olarak dönerler. Bütün elektronlar eksi (-) elektrik yükü ile yüklüdür. Bütün protonlar da artı (+) yüklüdür. Atomun çekirdeğindeki artı yük, elektronları kendisine doğru çeker. Bu nedenle elektronlar çekirdeğin etrafından ayrılamazlar.

Atomun merkezinde ne kadar proton varsa, dışında da o kadar elektron olur. Bu sayede atomların elektriksel yükü dengelenir. Ancak protonun hacmi de kütlesi de elektrondan çok daha fazladır. Eğer bir karşılaştırma yapmak gerekirse aralarındaki fark, bir insanla bir fındık arasındaki fark gibidir. Ama yine de elektrik yükleri birbirinin aynıdır.

— Peki, proton ve elektronun elektriksel yükleri eşit olmasaydı ne olurdu?

Bu durumda evrendeki tüm atomlar, protondaki fazla artı elektrik sebebiyle, artı elektrik yüküne sahip olacaklardı. Bunun sonucunda da evrendeki her atom birbirini itecekti.

— Acaba evrendeki atomların her biri birbirini itseydi ne olurdu?

Atomlardaki bu değişikliğin gerçekleştiği anda ellerimiz ve kollarımız birden paramparça olurdu. Sadece ellerimiz ve kollarımız da değil; gövdemiz, bacaklarımız, başımız, gözlerimiz, dişlerimiz, kısaca vücudumuzun her parçası bir anda havaya uçardı. İçinde oturduğumuz oda, pencereden gözüken dış dünya da bir anda havaya dağılırdı. Yeryüzündeki tüm denizler, dağlar, Güneş Sistemi’ndeki tüm gezegenler ve evrendeki bütün gök cisimleri aynı anda sonsuz parçaya ayrılıp yok olurdu. Ve bir daha da evrende gözle görülür hiçbir cisim var olmazdı.

Üstelik canlılar için böyle bir olayın yaşanması, elektron ve protonların elektrik yükleri arasındaki dengenin sadece ve sadece 100 milyarda bir oranında değişmesiyle gerçekleşir. Evrenin yok olması ise bu dengedeki milyar kere milyarda bir oynama ile meydana gelir. Yani evrenin ve canlıların varlığı, böyle hassas bir intizam ile mümkündür.

Buraya kadar anlattıklarımız tek bir atomun içindeki hakîmane ef’alin sadece birkaç küçük detayıydı. Aslında atom, üzerine ciltler dolu kitap yazılabilecek kadar kapsamlı bir yapıya ve intizama sahiptir.

Hakîmane ef’alin farklı örnekler üzerinden tefekkürünü sizlere havale ediyoruz. Biraz da “basîrane tasarrufat” ifadesi üzerine konuşalım:

Basîrane: Görerek, basiret sahibine yaraşır bir hâlde, çok iyi gören zata yakışır bir şekilde manasındadır.

“Basîrane tasarrufat” ise şu âlemde cereyan eden tasarrufatın, Allah tarafından görülerek ve müşahede edilerek yapılmasıdır. Bunun delili de âlemde gözüken ince sanatlar, antika eserler, intizamlı ef’al, nizamlı icat ve kusursuz mahlukattır. Bütün bunlar bu işleri yapan Mutasarrıf-ı Hakiki’nin basir olduğunu ve her işi görerek yaptığını ispat eder. Zira görmesi olmayan, böyle intizamlı ve mizanlı icat etmez, mahlukatı böyle kusursuz yaratamaz.

Üstadımız dedi ki: Bu kâinatta göz ile görünen hakîmane ef’alin ve basîrane tasarrufatın şehadetiyle bu masnuat bir Hâkim-i Hakîm’in, bir Kebir-i Kâmil’in hudutsuz sıfat ve isimleriyle ve nihayetsiz mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor, icad ediliyor.

Fiiller failsiz, isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz. Bu sırdan dolayı, göz önündeki şu hakîmane ef’al ve basîrane tasarrufat, bir Hâkim-i Hakîm’i (hikmet sahibi olan bir hâkimi) ve bir Kebir-i Kâmil’i (kemal sahibi olan çok büyük bir zatı) ispat eder.

Yine ispat eder ki: Bütün bu hakîmane ef’al ve basîrane tasarrufat, o Hâkim-i Hakîm’in ve Kebir-i Kâmil’in hudutsuz sıfatlarıyla ve isimleriyle vücut buluyor; o Zatın nihayetsiz mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor ve icat ediliyor.

Şu meseleyi de izah edelim:

Üstad Hazretleri, Allahu Teâlâ’nın isim ve sıfatları hakkında “hudutsuz sıfat ve isimleriyle” buyurdu. Allahu Teâlâ’nın isim ve sıfatları hudutsuz ve sınırsızdır. Bu sınırsızlığın bir sebebi şudur:

Bir şeyde mertebenin olabilmesi için, o şeyin bir zıddı olmalı ve zıddı o şeye karşı gelmelidir. Mesela:

– Işığın mertebeleri, zıddı olan karanlığın müdahalesiyledir. Eğer karanlık olmasaydı ışıkta bir mertebe olmazdı.

– Sıcaklığın mertebeleri, zıddı olan soğuğun müdahalesiyledir. Eğer soğuk olmasaydı sıcaklığın mertebesi olmazdı.

– Güzelliğin mertebeleri, zıddı olan çirkinliğin müdahalesiyledir. Eğer çirkinlik olmasaydı güzellikte mertebe bulunmazdı.

– Tokluğun mertebeleri, zıddı olan açlığın müdahalesiyledir. Eğer açlık olmasaydı toklukta mertebe olmazdı.

– Kuvvetin mertebeleri, zıddı olan diğer bir kuvvetin müdahalesiyledir. Eğer karşı bir kuvvet olmasaydı kuvvette mertebe olmazdı.

Eğer bir şeyin zıddı yoksa ve bir şeye zıddı müdahale etmezse o şeyde mertebe olmaz. Bu kaideden şu neticeleri çıkarabiliriz:

1. Allah’ın zıddı yoktur.

2. Madem Allah’ın zıddı yoktur, o hâlde Allah’ın fiillerine müdahale eden de yoktur.

3. Madem müdahale yoktur, o hâlde Allah’ın isim ve sıfatlarında bir mertebe olmaz.

4. Mertebe olmayınca sınır ve hudut da olmaz. İsim ve sıfatları sınırsız ve hudutsuz olur.

5. Sınırsız ve hudutsuz olunca da bir çiçeği yaratmakla bir baharı yaratmak, bir sineğe hayat vermekle öldükten sonra bütün mahlukatı haşretmek o kudrete müsavi olur. Hiçbir şey ona zor gelmez.

Şimdi, mütalaasını yaptığımız cümleyi bir daha okuyalım, bakalım bize ne kadar açılmış:

“Bu kâinatta göz ile görünen hakîmane ef’alin ve basîrane tasarrufatın şehadetiyle bu masnuat bir Hâkim-i Hakîm’in, bir Kebir-i Kâmil’in hudutsuz sıfat ve isimleriyle ve nihayetsiz mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor, icad ediliyor.”

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin