56. Beşerin bu arzu-yu beka gibi ebed tarafına uzanmış ve aktar-ı âleme yayılmış binler menfi ve müsbet arzuları var ki…
İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz. Üstad Hazretleri insan hakkında, “Eğer vahdet olmazsa insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflîsi ve hayvanatın en biçaresi ve zîşuurun en hüzünlüsü ve azaplısı ve gamlısı olur.” buyurdu ve bu hakikatin iki sebebini beyan etti. Biz de önceki derslerde bu sebepleri mütalaa ettik. Üstadımız üçüncü sebebi şöyle beyan ediyor: (Metni daha iyi anlayabilmek için üç noktalarda biraz durup okuduğunuz cümle üzerine biraz düşünmelisiniz.)
“Ve öyle maksatları ve arzuları var ki bütün kâinata birden hükmü geçmeyen bir zat, o arzuları yerine getiremez… Mesela insanda gayet şedit bir arzu-yu beka var… İnsanın bu maksadını öyle bir zat verebilir ki bütün kâinatı bir saray hükmünde tasarruf eder… Bir odanın kapısını kapayıp diğer bir menzilin kapısını açmak gibi, kolay bir surette dünya kapısını kapayıp ahiret kapısını açabilsin… Beşerin bu arzu-yu beka gibi ebed tarafına uzanmış ve aktar-ı âleme yayılmış binler menfi ve müsbet arzuları var ki… onları vermekle beşerin iki dehşetli yaraları olan aczini ve fakrını tedavi eden zat ise… ancak sırr-ı vahdetle bütün kâinatı kabzasında tutan Zat-ı Ehad olabilir.”
(Arzu-yu beka: Sonsuz yaşama isteği, ebedîlik arzusu / Aktar-ı âlem: Âlemin dört bucağı)
Metin açık olduğundan izahına gerek duymuyoruz. Ancak yanlış anlaşılmasın; “İzahına gerek yok.” demek, “Okuyalım geçelim.” demek değildir. Metnin üzerinde enfüsi tefekkür etmeli ve hakikati nefse kabul ettirmeye çalışmalıyız. Belki de Risale-i Nurları okuyan ekser kardeşimizin en büyük eksiği bu tefekkürü yapmamalarıdır.
Dilerseniz, bir misal olsun diye ben kendi nefsimde bir parça tefekkür edeyim ve biraz nefsimle konuşayım:
Nefsim: Bırak bu işleri yahu. Yaz yaz nereye kadar?.. Gel gezelim, biraz keyif edelim.
Kalbim: Gezelim nefsim… Ancak önce sana bir şey sormalıyım, beni bir hususta ikna etmelisin.
Nefsim: Sor bakalım. İşin ucunda gezmek eğlenmek varsa her soruna cevap veririm.
Kalbim: Sen beka istiyor musun? Ebedî yaşamak gibi bir arzun var mı?
Nefsim: Kim beka istemez?.. Elbette ben de istiyorum.
Kalbim: İstediğini biliyorum; çünkü seni yaratan, fıtratına şedit bir arzu-yu beka koymuş. Bu senin hamurunda var. Peki, bu arzunu nasıl tahsil edeceksin? Senin gibi âcizler bunu sana verebilir mi? Kendisi baki olmayan seni baki kılabilir mi? Kendisini fenadan kurtaramayan seni kurtarabilir mi?
Nefsim: Yani bilemedim…
Kalbim: Bil nefsim bil… Bak, bekayı sana öyle bir Zat verebilir ki: Bütün kâinatı kolayca idare eder; bir saray hükmünde tasarruf eder. Bir odanın kapısını kapayıp diğer bir menzilin kapısını açmak gibi, kolay bir surette dünya kapısını kapayıp ahiretin kapısını açar. İşte senin beka arzunu, kudreti böyle sonsuz olan ve bütün kâinata hükmü geçen bu Zat verebilir… Sen ise Ona kulluktan kaçıyor ve beni gaflete davet ediyorsun. Peki, beni davet ettiğin gaflet ve lehviyat, bekaya karşı olan bu duygunu tatmin edebilir mi?
Nefsim: Yani… Şey…
Kalbim: Söyleyecek bir şey bulamıyorsun değil mi?.. Hem sana şunu da diyeyim: Fıtratında sadece arzu-yu beka yok. Arzu-yu beka gibi, ebed tarafına uzanmış ve aktar-ı âleme yayılmış binler menfi ve müsbet arzuların var. Bunların en küçüğüne senin elin yetişmez… Hem sen nihayetsiz âcizsin ve fakirsin; bu iki yara ile yaralısın. Bu iki dehşetli yaranı tedavi edecek Zat, ancak sırr-ı vahdetle bütün kâinatı kabzasında tutan Zat-ı Ehad olabilir; Ondan başkası olamaz!.. Hâlin bu iken, nasıl olur da beni gaflete ve lehviyata davet edersin?
Nefsim: Senin Risale-i Nurları okumandan çok muzdaribim yahu. Hangi konuda seninle tartışsam, Risale-i Nur’daki hakikatlerle beni ilzam ediyor hatta bazen de ikna ediyorsun. Yine aynısını yaptın. Ama sana silahımı teslim edecek de değilim. Bu savaşı sen kazandın diyelim…
Nefsimle olan konuşmayı -sizleri sıkmamak için- kısa kestim. Sizler de nefsinizle ve şeytanla böyle konuşmalı ve bu sayede hakikatleri meleke hâline getirmelisiniz. Hakikatin boyasıyla boyanmanın başka bir yolu yok!
Okuduğumuz metin açık olduğundan şerhine girişmeyip enfüsi bir tefekkür yaptık. Şu cümle belki bir derece kapalı olabilir; üzerine birkaç kelam edelim:
“Beşerin bu arzu-yu beka gibi ebed tarafına uzanmış ve aktar-ı âleme yayılmış binler menfi ve müsbet arzuları var ki…”
Menfi arzular: İnsanın, başına gelmesini istemediği ve olmasından çekindiği şeylerdir. Mesela depremin olmamasını istemek menfi bir arzudur.
Müsbet arzular ise: İnsanın istediği ve olmasını arzu ettiği şeylerdir. Mesela çocuk sahibi olmayı istemek müsbet bir arzudur.
Yine cenneti istemek müsbet bir arzu; cehennemi istememek menfi bir arzudur. Sizler bu mantık üzerinden örnekleri çoğaltırsınız.
Üstad Hazretleri üstte mütalaasını yaptığımız aynı meseleye şöyle devam ediyor: (Metni daha iyi anlayabilmek için yine üç noktalarda biraz durup okuduğunuz cümle üzerine biraz düşünmelisiniz.)
“Hem beşerde, kalbinin selametine ve istirahatine ait öyle incecik ve gizli ve cüz’î matlabları… ve ruhunun bekasına ve saadetine medar öyle büyük ve muhit ve küllî maksatları var ki… onları öyle bir Zat verebilir ki kalbin en ince ve görünmez perdelerini görür, lâkayt kalmaz… Hem en gizli ve işitilmez gayet mahfi seslerini işitir, cevapsız bırakmaz… Hem semavat ve arzı, iki muti nefer gibi emrine musahhar ederek küllî hizmetlerde çalıştıracak derecede muktedir olabilsin.”
(Matlab: İstek / Medar: Sebep / Mahfi: Gizli / Muti: İtaatkâr)
Metin yine son derece açık. İzaha değil, enfüsi tefekküre ihtiyaç var. Bu tefekkürü sizlere havale ediyorum. Tefekkürünüzde iç âleminize dönerek şu noktaları düşünmelisiniz:
1. Kalbinizin selametine ve istirahatine ait incecik, gizli ve cüz’î arzularınızı.
2. Ruhunuzun bekasına ve saadetine medar büyük, muhit ve küllî maksatlarınızı.
3. Bunları size ancak kalbinizin en ince ve görünmez perdelerini gören ve lâkayt kalmayan bir Zatın verebileceğini.
4. O Zat-ı Zülcemal’in sizin en gizli ve işitilmez seslerinizi işittiğini, kalbinizin mahfi nidalarını duyduğunu ve cevapsız bırakmadığını.
5. Yine o Zat-ı Zülcelal’in semavat ve arzı -iki muti nefer gibi- emrine musahhar ettiğini ve gücünün her şeye yettiğini tefekkür etmeli ve işin sonunda Ona firar etmelisiniz.
— Bir paragrafta tefekkür edilecek ne kadar çok madde varmış değil mi?
— Böyle bir metin bir çırpıda okunup geçilir mi?
— Eğer geçilse ruhta ve kalpte etkisi ne olur ve insana ne kadar kemal kazandırır?
Galiba bizim Risale-i Nurları her gün okuyup da bir türlü insan-ı kâmil olamayışımızın sebebi; tefekkürsüz okumamız, hakikatler üzerinde düşünmememiz, enfüsi tefekkürü yapmamamız ve nefsi sigaya çekmememizdir. Eee, eskiler ne güzel demiş: Usul olmadan vusul olmaz!..
Yazar: Sinan Yılmaz