81. Bu kâinat, bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir…
İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz:
“Evet, bu kâinat, bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. Belki esma ve ef’al-i umumiye-i İlahiyenin adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekberdir.”
(Ef’al-i umumiye-i İlahiye: Umumi olan ve eşyayı kuşatan İlahî fiiller)
İlk önce, “esma ve ef’al-i umumiye-i İlahiyenin adedince vahdetleri giymiş” ifadesini mütalaa edelim:
Kâinatta tezahürü gözüken ef’al-i umumiyede bir vahdet vardır. Mesela:
– Yaratma fiili birdir.
– Besleme fiili birdir.
– Suret verme fiili birdir.
– Hayat verme ve öldürme fiili birdir.
– Terbiye etme fiili birdir.
– Tezyin fiili birdir. Ve hakeza…
Fiillerde bir vahdet olduğu gibi, fiillerin tecellisinde gözüken isimlerde de bir vahdet vardır. Mesela:
– Yaratma fiilinde gözüken Hâlık ismi birdir.
– Besleme fiilinde gözüken Rezzak ismi birdir.
– Suret verme fiilinde gözüken Musavvir ismi birdir.
– Hayat verme ve öldürme fiillerinde gözüken Muhyi ve Mümit isimleri birdir.
– Terbiye fiilinde gözüken Rab ismi birdir.
– Tezyin fiilinde gözüken Müzeyyin ismi birdir. Ve hakeza…
İşte kâinat bu cihetle, bütün esma ve ef’al-i umumiye-i İlahiyenin adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekberdir.
Üstadımız kâinatı “insan-ı ekber” olmakla vasfetti. Daha önce bu meseleyi mütalaa etmiştik. Aynı mütalaayı makam münasebetiyle tekrar edelim:
Kâinatı küçültsek insan olur, insanı büyütsek kâinat olur. Kâinat insan-ı ekberdir, insan da misal-i musaggar-ı kâinattır (kâinatın küçültülmüş bir misalidir). Şu kâinatta ne varsa küçük bir numunesi insanda da vardır. Mesela:
– Yeryüzünün dörtte üçü sudur. İnsan vücudunun da dörtte üçü sudur.
– Toprakta demir, bakır, çinko, fosfor gibi elementler var. Bedenimizde de bu elementlerin hepsi mevcut.
– Yeryüzünde dağlar, toprak var. Buna mukabil bizde kemikler ve et var.
– Yeryüzünde nehirler var. Buna mukabil bizde kılcal damarlar var.
– Yeryüzünde ormanlar var. Buna mukabil bizde saç ve kıllar var.
– Âlemde itme ve çekme kuvveti var. Bizde dâfia ve cazibe kuvveti var.
– Yeryüzünde kasırgalar, fırtınalar var. Bizde öfke var.
– Yeryüzünde bahar var, bizde neşe.
– Âlemde şeytan var, bizde nefis ve lümme-i şeytaniye.
– Âlemde melek var, bizde ilhamlar.
– Âlemde levh-i mahfuz var, bizde hafıza kuvveti.
– Âlemde Arş var, bizde kalp.
– Âlemde Kürsî var, bizde akıl.
– Âlemde misal âlemi var, bizde hayal kuvveti…
Bunlar ve daha birçok benzerlikler ispat eder ki insan şu kâinatın küçük bir misalidir. İnsanı büyütsek kâinat olur, kâinatı küçültsek insan olur. Kâinat insan-ı ekber, insan ise misal-i musaggar-ı kâinattır.
Kâinatın “insan-ı ekber” olmasından da şu manaya ulaşılır:
Nasıl ki insanın icadında, idaresinde, tedbir ve terbiyesinde şirkin ihtimali yoktur. Aynen bunun gibi, kâinatın icadında, idaresinde, tedbir ve terbiyesinde yine şirkin ihtimali yoktur. Çünkü kâinat bir insan-ı ekberdir!..
Mütalaasını yaptığımız cümleyi tekrar okuyarak metne devam edelim:
“Evet, bu kâinat, bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. Belki esma ve ef’al-i umumiye-i İlahiyenin adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekberdir. Belki enva-ı mahlukat sayısınca dallarına vahdetler, birlikler asılmış bir şecere-i tûba-i hilkattir.”
(Enva-ı mahlukat: Mahlukatın nevileri / Şecere-i tûba-i hilkat: Yaratılışın tûba ağacı. Teşbih yapılarak kâinat tûba ağacına benzetilmiş.)
Meyvedar bir ağaca nazar etsek; nasıl ki kudret-i İlahiye, bu ağacın dallarına meyveler asmış ve ağacı meyvelerle süslemiş; aynen bunun gibi, tecelli-i vahdaniyet de şecere-i kâinatın dallarına mahlukatın nevileri adedince vahdetler asmış ve kâinat ağacını bu sikkelerle süslemiş. Üstadımız bu vahdet sikkelerini şöyle sıralıyor: (Tefekkür edilmesi gereken yerleri üç noktayla ayırdım. Bir maddeyi iyice tefekkür etmeden diğer maddeye geçmeyin.)
“Kâinatın idaresi bir… ve tedbiri bir… ve saltanatı bir… ve sikkesi bir; bir, bir, bir, ta bin bir bir birler kadar… Hem bu kâinatı çeviren isimler ve fiiller bir iken, her biri kâinatı veya ekserini ihata eder… Yani içinde işleyen hikmeti bir… ve inayeti bir… ve tanzimatı bir… ve iaşesi bir… ve muhtaçlarının imdatlarına koşan rahmet bir… ve o rahmetin bir şerbetçisi olan yağmur bir ve hakeza bir, bir, bir, ta binler bir birler… Hem bu kâinatın sobası olan güneş bir… lambası olan kamer bir… aşçısı olan ateş bir… levazımat deposu ve hazineli direği olan dağ bir… sakacı ve sucusu bir… ve bağları sulayan süngeri bir ve hakeza bir, bir, bir, ta bin bir birler kadar…
İşte âlemin bu kadar birlikleri ve vahdetleri, güneş gibi zahir bir tek Vâhid-i Ehad’e işaret ve delalet eden bir hüccet-i bâhiredir.
Hem kâinat unsurlarının ve nevilerinin her birisi bir olmasıyla beraber zeminin yüzünü ihata etmesi… ve birbirinin içine girmesi… ve münasebettarane ve belki muavenetkârane birleşmesi… elbette malik ve sahip ve sânilerinin bir olmasına bir alamet-i zahiredir.”
Metin açık olduğundan ve bir kısmının mütalaasını daha önce yaptığımızdan şerhine girişmiyoruz. Ancak üzerinde muhakkak tefekkür edilmeli, belki bir gün bu hakikatlerin tefekkürüne ayrılmalı. Fikir bu hakikatleri tefekkür ederken, dil de ona لاَ اِلهَ اِلاَّ اللَّهُ zikriyle eşlik etmeli.
Yazar: Sinan Yılmaz