a
Ana Sayfaİkinci Şua26. İşte ruhumun feryadına ve kalbimin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevap…

26. İşte ruhumun feryadına ve kalbimin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevap…

İkinci Şua mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

İşte ruhumun feryadına ve kalbimin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevap ise… (2. Şua)

Önceki dersimizde Üstad Hazretlerinin zihayata bakışını okumuştuk. Üstadımız onları âciz ve fakir biçareler olarak görmüş, onların hâline acımış ve “Yok mu bunlara merhamet eden bir malikleri ve sahipleri?” demişti; kalbi ve ruhu feryat etmişti.

Simdi Üstadımız, ruhunun feryadına ve kalbinin vaveylâsına vâfi, kâfi, teskin edici ve kanaat verici cevap buldu. O cevap şu:

Sırr-ı tevhid ile Rahman ve Rahîm olan Zat-ı Zülcelal’in… (2. Şua)

Yavaş yavaş ilerleyelim… Simdi Üstadımız zihayata tevhid gözüyle ve vahdet dürbünüyle bakacak. Yani bütün zihayatı Allah’ın mahluku, O’nun memlûkü, O’nun mevcudu olması hasebiyle bakacak. O Allah ki Rahman ve Rahîm isimleriyle müsemmadır ve bu isimlerinin tecellisi bütün âlemi kuşatmıştır. Bütün validelerin şefkatleri, ism-i Rahîm’in zayıf bir gölgesi; cennet bütün lezaiziyle, ism-i Rahman’ın bir lem’a-ı tecellisidir.

İşte Üstadımız ziyahata tevhid hakikatiyle bakıyor ve her şeyi Rahman ve Rahîm olan Allah’ın yed-i kudretine teslim ediyor. Teslim edince de şu hakikat tebarüz ediyor:

Umumi kanunların tazyikatları ve hadisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine… (2. Şua)

Sathi ve zahirî bir bakışla, hayat sahibi mahlukat kanunların tazyikatı altında ağlıyor ve hadisatın hücumu altında eziliyordu. Çünkü kanunlar ve hadisat ne onları tanır, ne onların sesini işitir, ne onlara merhamet eder ve ne de onlar için hususi bir ihsanatta bulunur. Buna ne güçleri yeter ne de kabiliyetleri vardır!

Ama Allahu Teâlâ onlara şöyle muamele edebilir:

Kanunların fevkinde olarak ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hâssası ve doğrudan doğruya her şeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve her şeyin tedbirini bizzat kendisi görmesi ve her şeyin derdini bizzat dinlemesi ve her şeyin hakiki maliki, sahibi, hamisi olduğunu sırr-ı Kur’an ve nur-u iman ile bildim. O hadsiz meyusiyet yerinde nihayetsiz bir mesruriyet hissettim. (2. Şua)

Evet, Allah dilerse kuluna ve mahlukuna kanunların fevkinde muamele eder. Mesela bir apartmanın en üst katından düşen ölür. Kanun budur. Ama Allah dilerse, bir çocuk oradan düşer de burnu bile kanamaz.

Büyük bir kazada arabalar paramparça olsa içindekiler ölür. Kanun budur. Ama Allah dilerse içindekilere hiçbir şey olmaz.

Bir selin hücumuna kapılan boğulur ve ölür. Kanun budur. Ama Allah dilerse bir damla su yutmadan sahil-i selamete çıkar.

10 şiddetinde bir deprem olsa bütün binalar yıkılır, yerle bir olur. Kanun budur. Ama Allah dilerse küçücük bir kulübe depreme meydan okur, ayakta dimdik kalır.

Aç ve susuz kalan hayvan ölür. Kanun budur. Ama Allah dilerse, onu çölün ortasında, suyun ve yiyeceğin olmadığı bir yerde yıllarca yaşatır da ona hiçbir şey olmaz.

Evet, Allah dilerse, âciz ve fakir bir kuluna ve mahlukuna kanunların fevkinde muamele eder. Onun için, kışta baharı yaratır; gecede gündüzü icad eder. İşte bu, Allah’ın ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hâssasıdır. Yani ona bütün kanunların fevkinde merhametiyle muamele etmesidir.

Çünkü bu âlemin tedbiri, kanunların ve unsurların elinde değil; Allah’ın elindedir. Allah’ın, her bir mahlukuna karşı bir rububiyet-i hususiyesi vardır. Ona umumi kanunların hükmüyle değil, rahmetinin iktizasıyla muamele eder.

– Evet, her şeyin tedbiri Allah’ın kudret elindedir.

– Her şeyin derdini bizzat Allah dinler ve işitir.

– Her şeyin hakiki maliki O’dur.

– Her şeyin hakiki sahibi O’dur.

– Her şeyin hakiki hamisi O’dur…

Üstadımız dedi ki: Bunu sırr-ı Kur’an ve nur-u iman ile bildim.

Demek, Üstadımız bu manaları Kur’an’dan süzmüş ve bu manalar Kur’an’da mevcut. O hâlde biz de şimdi Kur’an’ın kapısını çalalım ve bu manayı birkaç ayet üzerinde tefekkür edelim:

وَاِنْ يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلاَ رَادَّ لِفَضْلِه

“Eğer Allah senin hakkında bir hayır murad ederse, O’nun fazlını çevirecek hiç kimse yoktur.” (Yunus 107)

Evet, Allah bir kulu ve mahluku hakkında bir hayır murad etse; ne kanunlar, ne unsurlar, ne hadisat ve ne de bir başkası, Allah’ın fazlına engel olamaz. Allahu Teâlâ o kuluna ihsanat-ı hususiyesiyle imdat eder.

Başka bir ayet:

وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ

“Rahmetim her şeyi kapladı.” (A’raf 156)

Rabbimiz, rahmetinin her şeyi kapladığını söylüyor. Bütün zihayat Allah’ın rahmeti içindedir. O’nun rahmetine dâhil olanın daha ne derdi olur? O rahmet her derde kâfi ve her musibete vâfidir.

Başka bir ayet:

وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللَّهِ رِزْقُهَا

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’ın üzerine olmasın.” (Hûd 6)

Buna benzer başka bir ayet:

وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللَّهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ

“Rızkını taşımayan (taşımaktan âciz) nice canlılar vardır ki onları da size Allah rızıklandırıp besler.” (Ankebut 60)

Evet, her şeyin rızkı Allah’ın taahhüdü altındadır. Öyle ise şu mahlukata bakıp, “Bunlar ne yer? Ne içer? İhtiyaçlarını kim karşılar?” diye düşünmeye, endişe etmeye mahal yok. Çünkü Allah hepsinin sahibidir, malikidir ve hamisidir.

Kur’an bunlar gibi onlarca ayetiyle, Allah’ın rahîmâne rububiyetini gösteriyor ve her şeyin dizgininin Allah’ın elinde olduğunu ders veriyor.

Madem şu zihayat Allah’ın hem mülküdür hem memlûküdür, o hâlde onlara haddinden fazla acımak ve onlara ne olacağı endişesiyle yanıp tutuşmak beyhudedir. Onların bir sahibi ve maliki var. O Malik ki hem rahmandır, hem rahîmdir, hem de nihayetsiz hakîmdir!

İşte Üstad Hazretleri bu dersi Kur’an’dan ve imandan almış; bununla da ruhunun feryadını ve kalbinin vaveylâsını susturmuş.

Cenab-ı Mevla bizlere de âleme bu nazarla bakmayı nasip etsin. Âmin.

Bu dersimizde şu bölümü mütalaa ettik:

İşte ruhumun feryadına ve kalbimin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevap ise sırr-ı tevhid ile Rahman ve Rahîm olan Zat-ı Zülcelal’in, umumi kanunların tazyikatları ve hadisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine kanunların fevkinde olarak ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hâssası ve doğrudan doğruya her şeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve her şeyin tedbirini bizzat kendisi görmesi ve her şeyin derdini bizzat dinlemesi ve her şeyin hakiki maliki, sahibi, hamisi olduğunu sırr-ı Kur’an ve nur-u iman ile bildim. O hadsiz meyusiyet yerinde nihayetsiz bir mesruriyet hissettim. (2. Şua)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin