a
Ana Sayfa1-50 Arası23. Onuncu Söz’ün kıymetine dair bir mütalaa

23. Onuncu Söz’ün kıymetine dair bir mütalaa

Onuncu Söz’ün kıymetine dair bir mütalaa yapacağız. Bu mütalaa ile aynı zamanda Üstad Hazretlerinin derece-i ilmi de ortaya çıkacak. Mütalaamızı beş başlıkta yapacağız:

1. İslam âlimlerinin haşir meselesindeki görüşü

2. İslam âlimleri haşri niçin ispat edememiş ve akıl bu yolda niçin yürüyememiş?

3. Onuncu Söz’ün kıymeti ve kuvveti

4. Onuncu Söz’de takip edilen metot

5. Onuncu Söz’ün kişiyi ulaştıracağı makam

İSLAM ÂLİMLERİNİN HAŞİR MESELESİNDEKİ GÖRÜŞÜ

Üstad Hazretleri Onuncu Söz hakkında şöyle diyor:

“Ey şu risaleyi insaf ile mütalaa eden kardeş! Deme, niçin bu Onuncu Söz’ü birden tamamıyla anlayamıyorum ve tamam anlamadığın için sıkılma! Çünkü İbni Sina gibi bir dâhi-yi hikmet,  ﺍَﻟْﺤَﺸْﺮُ ﻟَﻴْﺲَ ﻋَﻠَﻰ ﻣَﻘَﺎﻳِﻴﺲَ ﻋَﻘْﻠِﻴَّﺔٍ  demiş. ‘İman ederiz fakat akıl bu yolda gidemez.’ diye hükmetmiştir. Hem bütün ulema-i İslam: ‘Haşir bir mesele-i nakliyedir, delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez.’ diye müttefikan hükmettikleri hâlde…” (Onuncu Söz)

Yine Üstadımız şöyle diyor:

“Hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhi telakki edilen İbni Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, ‘Akıl buna yol bulamaz!’ demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zatın dehasıyla yetişemediği hakaiki, avamlara da çocuklara da bildiriyor.” (Yirmi Sekizinci Mektup)

Üstadımızın mezkûr beyanlarından anlıyoruz ki: Sadece İbni Sina değil, bütün ulema-i İslam haşrin akıl ile ispat edilemeyeceği hususunda ittifak etmiş ve haşrin naklî bir mesele olduğunu söylemiş. Üstad Hazretleri ise Onuncu Söz’de haşri -bir çocuğun anlayabileceği kolaylıkta- ispat etmiş ve bu konuda şeytanı dahi ilzam etmiş.

Bu da hem Onuncu Söz’ün kıymetini hem de Üstad Hazretlerinin derece-i ilmini gösterir.

İSLAM ÂLİMLERİ HAŞRİ NİÇİN İSPAT EDEMEMİŞ VE AKIL BU YOLDA NİÇİN YÜRÜYEMEMİŞ?

Haşrin aklî delillerle ispat edilememesinin sebebini Üstadımız şöyle beyan ediyor:

“Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i a’zam, ism-i a’zamın tecellisiyle olduğundan; Cenab-ı Hakk’ın ism-i a’zamının ve her ismin azami mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a’zam bahar gibi kolay ispat ve kat’i iz’an ve tahkiki iman edilir. Şu Onuncu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur.” (Onuncu Söz)

Haşr-i a’zam hem ism-i a’zamın tecellisiyle hem de her ismin azami mertebedeki tecellisiyle vukua gelecek bir hadiseymiş. Dolayısıyla haşri ispat edebilmek için, ism-i a’zamın tecellisini ve her ismin azami mertebedeki tecellisini görmek ve göstermek gerekir. Bu yapıldığında haşrin ispatı baharın ispatı gibi kolay olur; haşre kat’i iz’an ve tahkiki iman edilir. Eğer bu yapılamazsa -yani ism-i a’zamın ve her ismin azami mertebedeki tecellisi görülemezse- akıl dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına âciz kalır, taklide mecbur olur.

Makam münasebetiyle ism-i a’zam ve her ismin azami mertebedeki tecellisi üzerine biraz konuşalım:

Esmâ-i hüsna ile ilgili kitaplarda bahsi geçen konulardan biri de ism-i a’zam meselesidir. İsm-i a’zam “Allah’ın en büyük ismi” demektir. Hangi ismin ism-i a’zam olduğunu belirleme çabası daha ilk dönemlerden itibaren başlamıştır.

İmam Taberî, İmam Eş’arî ve Bâkıllânî Hazretleri başta olmak üzere bir kısım âlimler, belirli bir isme “en büyük” nitelemesini yapabilmek için naklî veya aklî bir delil bulunmadığı görüşündedirler. Bu âlimlere göre, bir ism-i a’zamdan bahsedilemez.

Diğer âlimler ise Allah’ın isimleri arasında bir ism-i a’zamın olduğunu söylemişler ve hangi ismin ism-i a’zam olduğu hakkında on dört farklı isim beyan etmişler. Bu on dört farklı ismin söylenmesi de aslında bu mevzuda bir belirsizliğin olduğu ve konuyla ilgili kesin bir delilin bulunmadığını göstermektedir. Mesela:

– Hazreti Ali Efendimize göre, ism-i a’zam tek bir isim değildir. Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs isimlerinden ibaret altı isimdir.

– İmam-ı Âzam Hazretlerine göre, Hakem ve Adl olmak üzere iki isimdir.

– Şeyh Geylânî Hazretlerine göre, Hayy ismidir.

– İmam-ı Rabbânî Hazretlerine göre ise Kayyum ismidir.

Görüldüğü gibi, İslam âlimleri ism-i a’zamı farklı isimlerde bulmuştur. Belki de her birinin hususi âleminde tecelli eden ism-i a’zam farklı olmuş ve bu sebeple her biri kendi hususi âleminde tecelli eden ism-i şerifi ism-i a’zam kabul etmiş.

Üstad Hazretleri bu belirsizliğin hikmetini şöyle beyan ediyor:

“İnsanlarda veli, cumada dakika-i icâbe, ramazanda leyle-i Kadir, esmâ-i hüsnada ism-i a’zam, ömürde ecel meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir.” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)

Bu belirsizliğe rağmen, ism-i a’zam konusunda en kuvvetli görüş ism-i a’zam’ın “Allah” ism-i şerifi olduğudur. Bu konuda Üstad Hazretleri şöyle demektedir:

“Evet, Zat-ı Akdes’in alem-i zatîsi ve en a’zami ismi olan lafzullahtan sonra…” (Yirmi Sekizinci Mektup)

“Lafzullah sair esma ve sıfata camiiyeti ve ism-i a’zam olduğu itibarıyla…” (Yirmi Dokuzuncu Mektup)

Bizler ism-i a’zam ile ilgili diğer detayları ilgili kitaplara havale ediyoruz. Daha fazlasını merak edenler ilgili eserleri okuyabilirler.

Şimdi de “her ismin mertebe-i a’zamı” ifadesi üzerine konuşalım:

Her bir ism-i şerifin binler değil, milyonlar farklı şekilde tecellileri ve perdeleri vardır. Elbette bir karıncanın beslenmesinde gözüken Rezzak ismiyle, bir insanın beslenmesinde gözüken Rezzak isminin mertebeleri aynı değildir. Yine mahlukatın beslenmesinde gözüken Rezzak ismiyle, ehl-i cennetin cennette beslenmesiyle gözüken Rezzak ism-i şerifi de aynı değildir. Bu, güneşin bir okyanustaki tecellisi ile bir zerredeki tecellisi gibidir. Evet, ikisi de güneştendir ve aynı ışığın aksidir ama okyanustaki akis, zerredeki akisten daha büyük ve daha azametlidir.

Yine bir karıncanın yaratılmasında gözüken Hâlık ismiyle, kâinatın yaratılmasında gözüken Hâlık ismi aynı mertebede değildir. Elbette iki ismin müsemması da Allahu Teâlâ’dır. Ancak Hâlık ism-i şerifi kâinatın yaratılmasında -karıncanın yaratılmasına kıyasla- daha haşmetli ve azametli gözükmektedir.

Bu iki misali diğer isimlere kıyas edebilirsiniz. O hâlde diyebiliriz ki: Her bir ismin milyonlar mertebe tecellisi vardır ve bu tecelliler arasında büyüklük ve küçüklük mevzubahistir. Bir ismin en geniş ve yüksek manadaki tecellisine o ismin “mertebe-i a’zamı” denir.

Biz tekrar meselemize dönelim:

Haşir hem ism-i a’zamın tecellisiyle hem de her ismin azami mertebedeki tecellisiyle vukua gelecektir. Dolayısıyla haşri ispat edebilmek için, ism-i a’zamı ve her ismin azami mertebedeki tecellisini görmek ve göstermek gerekir. İslam âlimleri buna muvaffak olamadıkları için haşri akılla ispat edememişler ve bu yoldan yürüyememişler. Bediüzzaman Hazretleri ise ihsan-ı İlahî ile buna muvaffak olmuş ve haşri iki kere iki dört eder katiyetinde ispat etmiş.

Üstadımız bu meseleye şöyle dikkat çekiyor:

“Nasıl bir gece adamı ki hiç güneşi görmemiş. Yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor. Öyle de veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyi gibi isimlerin mertebe-i uzmasına yetişmeyen, haşr-i a’zamı ve kıyamet-i kübrayı taklidî olarak kabul eder; ‘Aklî bir mesele değildir.’ der. Çünkü hakikat-i haşir ve kıyamet, ism-i a’zamın ve bazı esmanın derece-i a’zamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalb ile kabul eder.” (Yirmi dördüncü Söz)

Üstadımızın şu ifadesine bir daha dikkat edelim: Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür.

Yani Kadîr ve Muhyi isimleri başta olmak üzere, her ismin azami mertebesine çıkabilen ve ism-i a’zamın tecellisini görebilen, haşri ve kıyameti, gece ve gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, ispat eder ve itminan-ı kalb ile kabul eder.

Üstad Hazretleri buna mazhar olmuş ve haşri delâil-i akliye ile ispat etmiş.

ONUNCU SÖZ’ÜN KIYMETİ VE KUVVETİ

Üstadımız bu meselede şöyle diyor:

“Onuncu Söz’ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususi belki elli defa mütalaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup, sair ilmî risaleler gibi yeter der, bırakır. Hâlbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nevi ilme her vakit ihtiyaç var.” (Yirmi Sekizinci Mektup)

Üstad Hazretlerinin elli defa mütalaa ettiği bir eseri bizler kaç defa mütalaa etmeliyiz, cevabı size bırakıyorum.

Yine Üstadımız şöyle diyor:

“Cenab-ı Hak, kemal-i rahmetinden daha kolay, İşaratü’l-İ’caz’ın iki saatte verdiği faideyi Onuncu Söz iki-üç dakikada aynı faideyi verdi.” (Yirmi sekizinci Mektup)

Yine şöyle diyor:

“Hatta Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir.” (Yirmi Sekizinci Mektup)

Yine Üstadımız, Onuncu Söz’ün kuvvetini şöyle beyan ediyor:

“Tenkit etmek istediği hâlde edemediği için gösteriyor ki: Onuncu Söz’ün hakâiki, kâbil-i tenkit değildir. Olsa olsa teferruat kabilinden bazı ibarelerine ilişebilir.” (Barla Lahikası)

“Haşre dair Onuncu Söz ve Yirmi dokuzuncu Sözlere baksın, şüphesi izale olmazsa gelsin parmağını gözüme soksun.” (Birinci Şua, 21. ayet)

“Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi kat’î bir surette anlamak istersen; haşre dair Onuncu Söz ile Yirmi dokuzuncu Söz’e dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok.” (Onuncu Söz)

ONUNCU SÖZ’DE TAKİP EDİLEN METOT

Barla Lahikası’nda şöyle geçiyor:

“O zat demiş ki: Onuncu Söz’ün Hakikatleri münkirlere karşı değil. Çünkü sıfat ve esmâ-i İlahiyeye bina edilmiş.

Abdülmecid cevabında diyor ki: “Münkirleri Hakikatlerden evvelki dört işaretle imana getirmiş, ikrar ettirmiş. Sonra Hakikatleri dinlettiriyor.” mealinde cevap vermiş.

Hakiki cevabı şudur ki: Her bir Hakikat üç şeyi birden ispat ediyor: Hem Vâcibü’l-vücud’un vücudunu, hem esma ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En muannid münkirden ta en halis bir mümine kadar herkes her Hakikatten hissesini alabilir. Çünkü Hakikatlerde, mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor.” (Barla Lahikası)

Haşir meselesi Onuncu Söz’de detaylı bir şekilde işlenmiştir. Onuncu Söz’ü dikkatlice mütalaa edenler Üstad Hazretlerinin bu risalede şöyle bir usul takip ettiğini görürler:

Haşrin vukuu üç basamakta ispat edilmektedir:

Birinci basamakta, göz önündeki bazı fiillerden ve hadiselerden bahsedilmektedir. Bu fiil ve hadiselerin inkârı mümkün değildir. Çünkü bunlar gözle görülmekte ve akılla bilinmektedir.

İkinci basamakta, birinci basamakta zikredilen hadiselerde tecelli eden isim ve sıfatlardan bahsedilmekte; fiilden faile, isimden müsemmaya ve sıfattan mevsufa geçilmektedir. Demek, bu ikinci basamak hem ismin hem de Allah’ın varlığının ispat edildiği basamaktır.

Üçüncü basamakta ise ikinci basamakta bahsi geçen İlahî ismin ahireti iktiza ettiği beyan edilmekte; bununla da ahiretin varlığı ispat edilmektedir.

Buna göre, her bir delil adeta üç zincir halkasından oluşmaktadır:

1. Kâinattaki tecelli.

2. Bu tecellide gözüken isim ve sıfatlar ve bu isim ve sıfatların Allah’a ait olması.

3. Bu isim ve sıfatların ahireti iktiza etmesi.

Bu halkalar birbirine geçmiş olup, tamamını koparamayan bir halkaya da ilişemez. Ya da başka bir ifadeyle: Bir halkayı koparabilmek için tamamını parçalayabilmek gerekir. Mesele bir bütündür. Bütünü çürütemeyen, parçaya ilişemez; parçaya ilişebilmek için bütün çürütülmelidir.

Dolayısıyla diyebiliriz ki:

– Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce faili ve müsemmayı -yani Allah’ı- inkâr etmek lazım.

– Allah’ı inkâr edebilmek için de kâinatta gözüken fiilleri ve isimleri inkâr etmek lazım.

– Kâinatta gözüken fiilleri ve isimleri inkâr edebilmek için de bizzat kâinatın kendisini inkâr etmek lazım. Bu ise mümkün değildir.

Başka bir ifadeyle:

– Kâinatı inkâr edemeyen, göz önündeki fiilleri inkâr edemez.

– Fiili inkâr edemeyen, faili inkâr edemez.

– Faili inkâr edemeyen de o fiilde gözüken -faile ait- ismin ahireti iktizasını inkâr edemez.

Onuncu Söz’de takip edilen usul budur.

ONUNCU SÖZ’ÜN KİŞİYİ ULAŞTIRACAĞI MAKAM

Üstad Hazretleri, yeğeni Abdurrahman hakkında şöyle diyor:

“Benim yegâne manevi evladım ve medar-ı tesellim ve hakiki varisim ve bir deha-yı nurani sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman’ın…” (Barla Lahikası)

Üstad Hazretleri, bu sözlerle övdüğü Abdurrahman Ağabeyin Onuncu Söz’den istifadesini şöyle beyan ediyor:

“Demek, Onuncu Söz onun hakkında bir mürşid-i hakiki hükmüne geçmiştir ki birden onu derece-i velayete çıkararak…” (Yirmi Yedinci Mektub)

Bu söze çok dikkat etmek lazım! Üstadımız dedi ki:

— Onuncu Söz onun hakkında bir mürşid-i hakiki hükmüne geçmiştir.

— Birden onu derece-i velayete çıkararak…

Demek, Risale-i Nurların her bir parçası bizim için bir mürşid-i hakiki hükmündedir. Onuncu Söz de böyle bir risaledir ve kişiyi derece-i velayete çıkarabilir.

Cenab-ı Hakk’a hadsiz hamdüsena olsun ki bizleri böyle bir Üstada talebe eylemiş ve Risale-i Nurlara muhatap kılmış! Rabbim kıymetini bilenlerden eylesin. Âmin.

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin