a
Ana Sayfaİkinci Şua25. Bu birinci meyvenin hakikatine beni îsal ve sevk eden zevkî bir hissimdir. Şöyle ki…

25. Bu birinci meyvenin hakikatine beni îsal ve sevk eden zevkî bir hissimdir. Şöyle ki…

İkinci Şua mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Bu birinci meyvenin hakikatine beni îsal ve sevk eden zevkî bir hissimdir. Şöyle ki:

Bir zaman, ziyade rikkatimden ve fazla şefkatten ve acımak duygusundan zihayat ve hususan onlardan zişuur ve bilhassa insanlar ve bilhassa mazlumlar ve musibete giriftar olanların hâlleri, çok ziyade rikkatime ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu. (2. Şua)

Yavaş yavaş ve mütalaa ede ede ilerleyelim:

Zihayat denilince, bu kavramın içine nebatat, hayvanat ve nev-i beşer girer.

Zişuur denilince, bu kavrama nebatat dâhil olmaz; bununla hayvanat ve insanlar kastedilir. Zira şuur, his ile idrak etmektir. Nebatatın ise his ile idraki yani şuuru yoktur.

– Üstadımız önce zihayata baktı; merkeze zihayatı koydu.

– Sonra nazarını zihayattan çevirip, merkeze zişuuru koydu ve ona baktı.

– Sonra merkeze insanı koydu ve insana baktı.

– Sonra da insanlardan mazlumları ve musibetzedeleri merkezi koyup, onlara baktı.

Biraz da ism-i Rahim’e mazhariyeti sebebiyle, onlara acıdı ve onların hâlleri Üstadımızın rikkat ve şefkatine dokundu.

Metne devam edelim:

Kalben diyordum: “Bu âciz ve zayıf biçarelerin dertlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi, istila edici ve sağır olan unsurlar, hadiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hâllerine merhamet edip hususi işlerine müdahale eden yok mu?” diye ruhum çok derin feryat ediyordu. (2. Şua)

Üstadımız nebatata, hayvanata, insanlara ve insanlardan mazlum ve musibetzedelere bakıyor; hepsini bir dert ve musibetle meşgul, âciz ve zayıf biçareler suretinde görüyor. Kiminin hukukuna tecavüz edilmiş, kimi derd-i maişette boğulmuş, kimi öldürülmüş, kimi kesilmiş, kimi hastalıklarla inim inim inlemiş…

Âlemde hükmeden yeknesak kanunlar bunlara merhamet etmiyor. Çünkü bu kanunlar zalime de mazluma da, âcize de kaviye de, fakire de zengine de aynı muameleyi yapıyor.

Unsurlar ki başta anasır-ı erbaa olan hava, toprak, su, güneş ve diğer unsurlar da bunları tanımıyor, seslerini işitmiyor ve onlara merhamet etmiyor.

Üstadımız bu hâli görünce şöyle dedi: Bunların bu perişan hâllerine merhamet edip hususi işlerine müdahale eden yok mu?

Şu noktaya dikkat edelim: Bu dersi Üstadımızın hâlini anlamak için değil, kendi derdimize derman bulmak ve manevi yaramıza merhem sürmek için okumalıyız. Çünkü bu dert sadece Üstadımızın derdi değil, hepimizin derdi. Bizler de şu âleme ve zihayata gaflet nazarıyla baktığımızda aynı şeyleri görüyoruz. Bir kedinin ayağı sakat, kuşun kanadı kopmuş, köpek kaç gündür yiyecek bir şey bulamamış; kimi hasta, kimi dertli, kimi mazlum…

— Acaba şu âleme nasıl baksak da âlem şeklini değiştirse?

— Âlemin hakiki vaziyeti gerçekten bu mudur yoksa biz yanlış yerden mi bakıyoruz?

İşte Üstad Hazretleri bize doğru bakışı öğretecek ve içimizde yanan manevi ateşi söndürecek. Bu dersleri misafir gibi değil; hasta gibi, dertli gibi okumalıyız. Üstadımızın kendi üzerinde tecrübe ettiği ilaçları bizler de kullanmalı; bununla akli, ruhi ve kalbî hastalıklarımızı tedavi edip, manevi sıkıntılardan kurtulmalıyız.

Bu hatırlatmadan sonra metne devam edelim:

Hem “O çok güzel memlûklerin ve çok kıymettar malların ve çok müştak ve minnettar dostların işlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir malikleri, bir sahipleri, bir hakiki dostları yok mu?” diye kalbim bütün kuvvetiyle bağırıyordu. (2. Şua)

Üstadımız bütün zihayata “memlûk” gözüyle bakıyor. Memlûk “köle” demektir; her memlûkün de bir efendisi ve bir sahibi vardır. Şu eşya, zerreden şemse kadar her bir mahluk, küçük olsun büyük olsun, âlî olun âdi olsun birer memlûktür. Kendi kendinin sahibi değildir; nihayet derecede âciz ve fakirdir.

Üstadımız da soruyor:

— Onlara himayet edecek bir malikleri, bir sahipleri, bir hakiki dostları yok mu?

Ve yine Üstadımız, “çok müştak ve minnettar dostların işlerine bakacak” diyerek her bir zihayatı dostu suretinde görüyor. Onlarla arasında dostane bir muhabbet var!

Şunu kıyas edin: İnsanın bir dostunun başına bir musibet gelse, insan ne kadar üzülür, ne kadar mahzun olur. İşte Üstadımız bütün zihayatı dostu bilmiş ve öyle görmüş. Onların bu âciz ve mazlum hâlleri Üstadımızın içini yakmış. Ve Üstadımız, kalbinin bütün kuvvetiyle şöyle bağırmış:

— O çok güzel memlûklerin ve çok kıymettar malların ve çok müştak ve minnettar dostların işlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir malikleri, bir sahipleri, bir hakiki dostları yok mu?

Üstadımızın bu hissiyatını ben bazen belgesel seyrederken hissediyorum. Hayvanatın aç ve susuz hâllerini, diğer hayvanların ona saldırmasını, onun korkup ürküp kaçmasını ve hayvanatın çaresiz hâllerini görünce ruhum birden galeyana geliyor, nefsim itiraza başlıyor, içimde bir yangının alevlendiğini hissediyorum. Üstadımızın mezkûr sözlerini nefs-i emmarem bana ders veriyor, şeytan kulağıma üflüyor.

Rabbime sonsuz hamdüsena olsun ki beni Risale-i Nurlarla tanıştırmış, bu eserleri anlama devletiyle ihsanda bulunmuş… Böyle bir vaziyete düştüğümde hemen Üstadımızın metnin devamında gelecek ilacını kullanıyor yani o hakikati düşünüyor ve elhamdülillah o dakikada şifa buluyorum. Kalbimdeki yangın, yerini bahara bırakıyor; hüzün gidiyor, neşe geliyor; gam uçuyor, kalbim lezzetle doluyor…

Üstadımız şöyle devam ediyor:

İşte ruhumun feryadına ve kalbimin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevap ise… (2. Şua)

Şimdi Üstadımız âleme başka bir nazarla bakacak. Her şeyin şekli bir anda değişecek. Bu bakış iman bakışıdır. Şimdi bu bakışa girişsek ders çok uzun kaçar; uzun dersleri okumak da zor oluyor. Bu sebeple, gelecek hakikati bir sonraki derse bırakalım.

Bu derste şu bölümü mütalaa ettik:

Bu birinci meyvenin hakikatine beni îsal ve sevk eden zevkî bir hissimdir. Şöyle ki:

Bir zaman, ziyade rikkatimden ve fazla şefkatten ve acımak duygusundan zihayat ve hususan onlardan zişuur ve bilhassa insanlar ve bilhassa mazlumlar ve musibete giriftar olanların hâlleri, çok ziyade rikkatime ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu.

Kalben diyordum: “Bu âciz ve zayıf biçarelerin dertlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi, istila edici ve sağır olan unsurlar, hadiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hâllerine merhamet edip hususi işlerine müdahale eden yok mu?” diye ruhum çok derin feryat ediyordu.  

Hem “O çok güzel memlûklerin ve çok kıymettar malların ve çok müştak ve minnettar dostların işlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir malikleri, bir sahipleri, bir hakiki dostları yok mu?” diye kalbim bütün kuvvetiyle bağırıyordu.

İşte ruhumun feryadına ve kalbimin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevap ise… (2. Şua)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin