48. Bir zaman bahar mevsiminde temaşa ederken gördüm ki…
İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz:
“Bu İkinci Meyve’ye beni sevk edip îsal eden acib bir his ve garib bir zevktir. Şöyle ki…”
Mana açık olduğundan metnin devamını izah etmeyeceğiz. Ancak mananın açık olması ve metni okurken anlamak istifadenin yegâne şartı değildir. Tam istifadenin asıl şartı doğru usulle okumadır. Metni bir çırpıda okursanız Üstad Hazretlerinin hissiyatına yaklaşamazsınız ve istifadeniz pek az olur.
Dilerseniz metnin başını ben kendi usulüm ile okuyayım, taklit etmek isteyenlere bir misal olsun. Üstadımız şöyle diyor:
“Bir zaman, bahar mevsiminde temaşa ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haşir ve neşr-i a’zamın yüz binler numunelerini gösteren bir seyeran ve seyelan içinde kafile kafile arkasında gelen geçen mevcudatın ve bilhassa zîhayat mahlukatın hususan küçücük zîhayatların kısa bir zamanda görünüp der-akab kaybolmaları ve daimî bir faaliyet-i müthişe içinde mevt ve zeval levhaları bana çok hazin görünüp rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu.”
(Haşir ve neşr-i a’zam: Haşir, ölüleri mezardan çıkarıp mahşer meydanına sevk etmektir. Neşir ise çürüyen bedenlere hayat vererek onları yeniden var etmektir. Neşr-i a’zam ise “en büyük neşir” manasındadır / Seyeran: Gezinme / Seyelan: Akıp gitme / Der-akab: Hemen / Rikkat: Şefkat, merhamet)
Bu metni bir nefeste okursanız -anlasanız dahi- hakkıyla istifade edemezsiniz. Çünkü hakkıyla istifade edebilme tefekkür şartına bağlıdır. Tefekkür de metni ihata ettikten ve tam anladıktan sonra yapılır. İhata ve tam anlamak için de metni bölmeli ve cümle cümle ilerlemelisiniz. Ben metni şu şekilde böldüm:
“Bir zaman, bahar mevsiminde temaşa ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haşir ve neşr-i a’zamın yüz binler numunelerini gösteren bir seyeran ve seyelan içinde…
Kafile kafile arkasında gelen geçen mevcudatın… ve bilhassa zîhayat mahlukatın… hususan küçücük zîhayatların kısa bir zamanda görünüp der-akab kaybolmaları…
Ve daimî bir faaliyet-i müthişe içinde mevt ve zeval levhaları…
Bana çok hazin görünüp rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu.”
Metni böyle böldükten sonra her cümle üzerinde tefekkür edeceğiz. İlk cümlemiz şu:
“Bir zaman, bahar mevsiminde temaşa ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haşir ve neşr-i a’zamın yüz binler numunelerini gösteren bir seyeran ve seyelan içinde…”
Şimdi bu cümle üzerinde tefekkür etmeye başlıyorum:
— Bahar mevsiminde ne kadar çok haşir ve neşirler yapılıyor. Kışın ölen mahlukat baharda tekrar ihya ediliyor. Baharın da her bir gününde bir âlem ölüyor, başka bir âlem icat ediliyor. Her gün bir kafile geliyor, bir kafile gidiyor. Gelen gidiyor, giden gelmiyor. Mahlukat-ı arziye böyle bir seyeran ve seyalan içinde gelip konuyor, bir ân-ı seyyale yaşıyor ve sonra göçüp gidiyor. Bütün bunlar da haşr-i a’zamın ve neşr-i a’zamın numunelerini gösteriyor…
Bu tefekkür daha devam eder. Sizleri sıkmamak için kısa kestim. Şimdi ikinci cümleyi okuyalım:
“Kafile kafile arkasında gelen geçen mevcudatın… ve bilhassa zîhayat mahlukatın… hususan küçücük zîhayatların kısa bir zamanda görünüp der-akab kaybolmaları…”
Bu cümle üzerinde tefekküre başlıyorum:
— Şu süslü mevcudat ve zîhayat, bahusus zîhayattan -kelebek gibi, böcek gibi, kuş gibi- küçük masnuat, şu âlem meşherinde kısa bir an görünüyor, sonra ölüp kayboluyor. Kimi birkaç ay, kimi birkaç hafta, kimi de birkaç gün yaşıyor… Bugün varlık âleminde olan hadsiz mahlukat yarını göremeyecek, varlık âleminden yokluk âlemine geçecek. Hepsi birden ademe düşecek…
Tefekkürü yine kısa kestim. Siz üstüne koyarsınız. Şimdi üçüncü cümleyi okuyalım:
“Ve daimî bir faaliyet-i müthişe içinde mevt ve zeval levhaları…”
Tekrar tefekküre döndüm:
— Her şey ölüme koşuyor, bir anda zeval buluyor. İşte şu ağacın dalında bir çiçek açmış; hemen o çiçeğin yanında başka bir çiçek ölmüş… Bahçemdeki şu çiçek dün yoktu, bugün var; yanında solup ölen çiçek ise dün vardı, bugün yok… Şu an bir hastanede bir çocuk doğuyor; aynı hastanede başka birisi hayata gözlerini yumuyor… Mevt ve zeval eşyayı nasıl da kuşatmış!.. Hiçbir şey onlardan kaçıp kurtulamıyor; illa onların pençesine maruz kalıyor…
Tefekkürü yine kısa kestim. Bu hakikati bir gün tefekkür etsek yine de azdır. Şimdi son cümleyi okuyalım:
“Bana çok hazin görünüp rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu.”
Tekrar tefekküre döndüm:
— Daha birkaç saat önce çiçekten çiçeğe konan şu balarısı şimdi sırtı üzere uzanmış… Kanatlarını açıp havada tayaran eden kelebek toprağa düşmüş… Çiçeğim solmuş, kuşum ölmüş… Her şey bana bir gam akıtıyor. Şefkatim galeyana gelip kadere itiraz ediyor. Nefsimin sesini susturamıyor, gönlümün ateşini söndüremiyorum. Bu hâl cehennemden daha beter bir hâl ki beni yakıp kavuruyor…
İşte Risale-i Nurları bu usul üzerine okumalı ve her cümlede tefekkür ede ede ilerlemeliyiz. Sonra da ana fikri kaybetmemek için metnin tamamı üzerinde tefekkür etmeliyiz. Metni cümle cümle mütalaa edip tamamını özetleyebildiğimizde bu metni okumuş sayılırız. Bunları yapmadan bir çırpıda okursak yine okumuş oluruz; ancak ruhumuza, kalbimize ve latifelerimize çok bir faydası olmaz.
Şimdi metnin tamamını okuyacağız. Sizlere kolaylık olsun diye ben metni böldüm ve üzerinde tefekkür edilmesi gereken yerleri üç noktayla ayırdım. Bir cümleyi iyice tefekkür etmeden diğer cümleye geçmeyin. Okurken bütünü de nazardan kaybetmeyin. Hazırsanız başlayalım:
“Bu İkinci Meyve’ye beni sevk edip îsal eden acib bir his ve garib bir zevktir. Şöyle ki:
Bir zaman, bahar mevsiminde temaşa ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haşir ve neşr-i a’zamın yüz binler numunelerini gösteren bir seyeran ve seyelan içinde…
Kafile kafile arkasında gelen geçen mevcudatın… ve bilhassa zîhayat mahlukatın… hususan küçücük zîhayatların kısa bir zamanda görünüp der-akab kaybolmaları…
Ve daimî bir faaliyet-i müthişe içinde mevt ve zeval levhaları…
Bana çok hazin görünüp rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu.
O güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe kalbim acıyordu. “Of, yazık! Ah, yazık!” diyerek bu ahların, ofların altında derinden derine bir vaveylâ-i ruhî hissediyordum. Ve bu akıbete uğrayan hayat ise ölümden beter bir azap gördüm…
Hem nebatat ve hayvanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymettar sanatta olan zîhayatların bir dakikada gözünü açıp bu seyrangâh-ı kâinata bakar, dakikasıyla mahvolur, gider…
Bu hâli temaşa ettikçe ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamak ile şekva etmek istiyor, “Neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?” diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor…
Ve böyle faydasız, gayesiz, neticesiz, çabuk idam edilen bu masnucuklar… gözümüz önünde bu kadar ihtimam ve dikkat ve sanat ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıymettar bir surette icad edildikten sonra… gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe…
Kemalâta meftun… ve güzelliklere müptela… ve kıymettar şeylere âşık olan bütün latîfelerim ve duygularım… feryat edip bağırıyorlardı ki: “Neden bunlara merhamet edilmiyor?.. Yazık değiller mi?.. Bu baş döndürücü deverandaki fena ve zeval nereden gelip bu bîçarelere musallat olmuş?” diye… mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müthiş itirazlar başladığı hengâmda…
Birden nur-u Kur’an… sırr-ı iman… lütf-u Rahman ile tevhid imdadıma yetişti, o karanlıkları aydınlattı… benim bütün “Ah!” ve “Of!”larımı “Oh!”lara ve ağlamalarımı sürurlara ve “Yazık!” demelerimi “Mâşâallah, bârekellah”lara çevirdi. “Elhamdülillahi alâ nuri’l-iman” dedirtti…
Çünkü sırr-ı vahdetle şöyle gördüm ki: Her bir mahluk, hususan her bir zîhayatın sırr-ı tevhid ile çok büyük neticeleri ve umumi faydaları vardır… Ezcümle:
Her bir zîhayat, mesela bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek, öyle manidar, İlahî, manzum bir kasideciktir ki… hadsiz zîşuurlar onu kemal-i lezzetle mütalaa ederler….
Ve öyle kıymettar bir mu’cize-i kudrettir… ve bir ilanname-i hikmettir ki… Sâni’inin sanatını nihayetsiz ehl-i takdire cazibedarane teşhir eder…
Hem kendi sanatını kendisi temaşa etmek… ve kendi cemal-i fıtratını kendisi müşahede etmek… ve kendi cilve-i esmasının güzelliklerini âyineciklerde kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelal’in nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmak… gayet yüksek bir netice-i hilkatidir…
Hem kâinattaki hadsiz faaliyeti iktiza eden tezahür-ü rububiyete… ve tebarüz-ü kemalât-ı İlahiyeye… (Yirmi Dördüncü Mektup’ta beyan edildiği gibi) beş vecihle hizmeti dahi ulvi bir vazife-i fıtratıdır…
Ve böyle faydaları ve neticeleri vermekle beraber; kendi yerinde, bu âlem-i şehadette zîruh ise ruhunu… ve hadsiz hafızalarda ve sair elvah-ı mahfuzalarda suretini ve hüviyetini… ve tohumlarında ve yumurtacıklarında mahiyetinin kanunlarını ve bir nevi müstakbel hayatını… ve âlem-i gaybda ve daire-i esmada âyinedarlık ettiği kemalleri ve güzellikleri bırakıp… mesrurane terhis manasında bir zahirî mevt ile bir zeval perdesi altına girer… yalnız dünyevî gözlerden saklanır mahiyetinde gördüm, “Oh Elhamdülillah!” dedim….
Evet, kâinatın bütün tabakatında ve umum nevilerinde göz ile görünen ve her tarafa kök salan gayet esaslı ve çok kuvvetli ve kusursuz ve nihayet derecede parlak olan bu cemaller ve güzellikler… elbette şirkin iktiza ettiği çok çirkin ve haşin ve gayet menfur ve perişan olan evvelki vaziyet muhal ve mevhum olduğunu gösteriyor…
Çünkü böyle çok esaslı bir cemal perdesi altında, böyle dehşetli bir çirkinlik saklanamaz ve bulunamaz… Eğer bulunsa o hakikatli cemal hakikatsiz, asılsız, vâhî ve vehmî olur…
Demek şirkin hakikati yok, yolu kapalı, bataklıkta saplanır; hükmü muhal, mümtenidir…
Bu mezkûr hissî olan hakikat-i imaniye, tafsilatla ve kat’î bürhanlar ile Siracünnur’un müteaddid risalelerinde beyan edildiğinden burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.”
Bazı cümleler biraz kapalı. Okumaya yeni başlayanlar için o cümleleri açmak lazım. İnşallah sonraki derste bu cümlelerin mütalaasını yapacağız.
Yazar: Sinan Yılmaz