a
Ana Sayfaİkinci Şua67. Hem daire-i mümkinatın ve kesretin en müntehasında bulunan cüz’iyatta…

67. Hem daire-i mümkinatın ve kesretin en müntehasında bulunan cüz’iyatta…

İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz:

“Hem daire-i mümkinatın ve kesretin en müntehasında bulunan cüz’iyatta, belki o cüz’iyatın cüz’iyat-ı ahvalinde ve keyfiyatında makasıd-ı rububiyet temerküz ettiğinden…”

(Münteha: En son nokta)

Bu cümlenin mütalaasını Birinci Meyvede yapmıştık. Aynı mütalaayı burada tekrar edelim:

Üstadımız,Daire-i mümkinatın ve kesretin en müntehasında bulunan cüz’iyat dedi. “Daire-i mümkinat ve kesret” ifadesiyle kâinat ve içindeki eşya kastedilmiş. Var olması veya olmaması mümkün olan her şey mümkinattandır. Bunun karşılığı vacib’ül-vücuttur. Yani varlığı zaruri olan ve yokluğu düşünülemeyen Allah’ın vücududur. Allah’ın zat, sıfat ve isimlerinin dairesi olan âlem-i vücub dışındaki her şey daire-i mümkinattandır. Yani yaratılmış her şey bu dairedendir.

“Cüz’iyat” ise “cüz’î” kelimesinin müennes çoğuludur. Burada “cüz’iyat” lafzıyla bütün efrad kastedilmiş.

Kâinatı bir ağaca benzetirsek, nasıl ki ağacın müntehası meyvesidir ve bütün ağaç meyveye bakar, ona hizmet eder; aynen bunun gibi, daire-i kesretin müntehasındaki cüz’iyyat da başta zihayattır, hayat sahibidir. Kâinat ağacı bu meyve için yaratılmış ve dallarına zihayat meyveler takılmıştır.

Hayat sahibi olmayan cüz’î eşya da daire-i mümkinatın ve kesretin en müntehasında bulunan cüz’iyat manasına dâhildir. Ancak saff-ı evvelde hayat sahipleri vardır ve tefekkürümüzün odak noktası zihayattır.

Sonra Üstadımız dedi ki: Belki o cüz’iyatın cüz’iyat-ı ahvalinde ve keyfiyatında

Cüz’iyyatı hayat sahipleri olarak aldığımızda, bu cüz’iyatın cüz’iyat-ı ahvali ve keyfiyatı; onlara hayat verilmesi, terbiye edilmesi, aza ve cihazlarla teçhiz edilmesi; suret verilmesi, elbiseler giydirilmesi, farklı farklı renklere boyanması; yemeleri, içmeleri ve bunlar gibi hâlleridir.

İşte daire-i mümkinatın ve kesretin en müntehasında bulunan cüz’iyatta, belki o cüz’iyatın cüz’iyat-ı ahvalinde ve keyfiyatında ifadesiyle bu manalar kastedilmiş.

Sonra Üstadımız dedi ki: makasıd-ı rububiyet temerküz ettiğinden…

Makasıd-ı rububiyet şunlardır:

1. Allahu Teâlâ’nın kendisini zişuura tanıtmak istemesi. Kâinatın yaratılması, peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi bu maksadın husulü içindir.

2. Kendini sevdirmek istemesi. Zihayata hadsiz in’am edilmesi bu maksadın husulü içindir.

3. Kendi cemal ve kemaline karşı medhüsena ettirmek istemesi. Eşyanın nakış nakış dokunması ve her birinin antika bir sanat eseri olarak yaratılması bu maksadın husulü içindir.

4. Zişuurun minnettarlığını celbetmek istemesi. Zişuura yapılan bütün iyilikler ve inayetler bu maksadın husulü içindir.

Bunlar ve benzeri makasıd-ı rububiyet, daire-i mümkinatın ve kesretin en müntehasında bulunan cüz’iyatta, belki o cüz’iyatın cüz’iyat-ı ahvalinde ve keyfiyatında temerküz eder.

Şimdi, aynı cümleyi tekrar okuyarak metne devam edelim:

“Hem daire-i mümkinatın ve kesretin en müntehasında bulunan cüz’iyatta, belki o cüz’iyatın cüz’iyat-ı ahvalinde ve keyfiyatında makasıd-ı rububiyet temerküz ettiğinden hem de mabudiyete uzanan ve mabuda bakan minnettarlıkların ve teşekküratların ve perestişliklerin menşeleri onlar olduğundan elbette onları başka ellere vermez ve vermekle hikmetini iptal etmez.”

(Perestiş: Taparcasına sevme)

Cenab-ı Hak kuluna hayat verir, şifa verir, rızık verir, her ihtiyacını temin eder; buna mukabil de kulundan minnettarlık, teşekkürat ve perestiş ister. Minnettarlıkların, teşekküratın ve perestişliklerin menşei kula yapılan iyilikler ve ona ihsan edilen nimetlerdir.

Bu sırdan dolayı,  اَلْاِنْسَانُ عَبِيدُ اْلاِحْسَانِ  “İnsan ihsanın kuludur.” denilmiş. Yani insan ihsanı kimden bilirse ona kulluk eder, ona perestiş eder.

Madem hakikat budur, elbette Allahu Teâlâ insanın yüzünü başkasına çevirmeyecek ve nimeti başkasından bilmesine müsaade etmeyecek ve başka ellere tesir-i hakiki vermeyecek. Eğer verirse âlemin ve insanın yaratılışındaki hikmet-i İlahiye kaybolur. Çünkü insan, Allah’ı sevmesi ve Ona minnettar olması, Ona şükür ve kulluk etmesi için yaratılmış. Nimet, bu maksada hizmet ettiren bir amildir. Elbette bu amil başka bir ele verilmez; eğer verilse hilkat-i âlemin hikmeti kaybolur.

“Ve hikmetini iptal etmekle uluhiyetini ıskat etmez.”

Eğer vahdet olmazsa hikmet iptal olur. Hikmet iptal olduğunda da uluhiyet sukut eder. Zira hikmet, uluhiyetin lâzım-ı zarurisidir. Hakîm olmayan, ilah olamaz.

Nasıl ki kudret olmasa uluhiyet olmaz; irade olmasa uluhiyet olmaz; beka olmasa uluhiyet olmaz… Aynen bunlar gibi, hikmet olmasa uluhiyet olmaz. İlah hâkim olmalı, abes iş yapmamalı. Eğer yaparsa uluhiyetine ıskat eder.

“Çünkü mevcudatın icadındaki en mühim makasıd-ı Rabbaniye, kendini zîşuurlara tanıttırmak ve sevdirmek ve methüsenasını ettirmek ve minnettarlıklarını kendine celbetmektir.”

Tevhid olmazsa bütün makasıd-ı İlahiye kaybolur: Mesela:

1. Allahu Teâlâ’nın kendisini zişuura tanıtmak istemesine mukabil, batıl ilahlar vehmî olarak müdahil olur ve Zat-ı Zülcelal gizli kalır.

2. Kendini sevdirmek istemesine mukabil, nimetler başkasından bilinir ve muhabbet onlara çevrilip Zat-ı Zülcemal unutulur.

3. Kendi cemal ve kemaline karşı medhüsena ettirmek istemesine mukabil, eşya esbaba veya tabiata havale edilir. Bununla da cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî gizlenir. Neticede esbaba medhüsena edilip, fail-i hakiki olan Allahu Teâlâ unutulur.

4. Zişuurun minnettarlığını celbetmek istemesine mukabil, kişi kendisine yapılan iyilik ve inayetleri esbabtan bilir. Minnettarlığını Allah’a yapacağına esbaba yapar.

Sözün özü: Bu âlemdeki makasıd-ı İlahiye ancak sırr-ı vahdet ile vücud bulur. Sırr-ı vahdet olmazsa makasıd-ı İlahiye kaybolur, hikmet-i Rabbanî zıddına inkılap eder.

Bu meseleleri daha önce defaatle mütalaa ettiğimizden sözü daha fazla uzatmıyoruz.

Üstadımız aynı meseleye şöyle devam ediyor:

“Bu ince sır içindir ki şükrü ve perestişi ve minnettarlığı ve muhabbeti ve medhi ve ubudiyeti intac eden rızık ve şifa ve bilhassa hidayet ve iman gibi daire-i kesretin en âhirindeki cüz’î ve küllî bu gibi fiiller ve in’amlar, doğrudan doğruya kâinat Hâlıkının ve umum mevcudat sultanının eseri ve ihsanı ve in’amı ve hediyesi ve fiili olduğunu göstermek için Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan tekrar ile mesela

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ ۞ وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ ۞ اِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ

gibi ayetler ile rızkı ve hidayeti ve şifayı Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a veriyor ve onları ihsan etmek ona mahsus ve ona münhasırdır diyor ve gayet şiddetle gayrın müdahalesini reddediyor.

Evet, ebedî bir dâr-ı saadeti kazandıran iman nimetini veren, elbette ve her halde o dâr-ı saadeti halk eden ve imanı ona anahtar yapan bir Zat-ı Zülcelal’in nimeti olabilir. Başkası bu derece büyük bir nimetin mün’imi olarak mabudiyetin en büyük penceresini kapayıp en ehemmiyetli vesilesini kapamaz ve çalamaz.”

Böyle uzun metinleri anlamanın en iyi yolu metni maddelemek ve haritasını çıkarmaktır. Metni şöyle maddeleyebiliriz:

1. Rızık, şifa, hidayet ve iman gibi nimetler; şükrü, perestişi, minnettarlığı, muhabbeti, methi ve ubudiyeti netice verir.

2. Bu neticeleri sebebiyle, daire-i kesretin en âhirindeki cüz’î ve küllî bu gibi fiiller ve in’amlar, doğrudan doğruya Allahu Teâlâ’nın eseri, ihsanı, in’amı, hediyesi ve fiilidir.

3. Bundan gaflet etmememiz için, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan tekrar ile bu meseleyi zikreder ve mesela şöyle der:

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ

“Şüphesiz Allah, her şeyin rızkını veren, güç ve kuvvet sahibi olandır.” (Zâriyat 58)

وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ

“Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur.” (Şuara 80)

اِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ

“Şüphesiz sen sevdiğine hidayet edemezsin. Lakin Allah dilediğine hidayet eder.” (Kasas 56)

Bu ayetler gibi, Kur’an-ı Hakîm her vakit rızkı, şifayı, hidayeti ve diğer nimetleri Allah’a isnat eder; bununla da şükrü, perestişi, minnettarlığı, muhabbeti, methi ve ubudiyeti Allah’a tevcih eder.

4. Ebedî dâr-ı saadeti kazandıran iman nimetini, elbette o dâr-ı saadeti halk eden zat verebilir, başkası veremez.

5. Madem başkası bu nimetin sahibi olamaz; öyleyse küçük nimetlerin mün’imi de olamaz. Zira mabudiyetin en büyük penceresi mezkûr nimetler ve hediyelerdir. Bir başkası bu nimet ve hediyelere ortak olursa mabudiyetin en büyük penceresi kapanmış ve vesilesi çalınmış olur.

Daha başka maddeler çıkarmak da mümkün…

Demek istediğim şey şu: Okuduğumuz metinleri muhakkak ihata etmeliyiz. Ben 30 seneyi aşkın bir zamandır hep yazdım ve maddeledim. Eğer yanımda defter yoksa kitabın sayfası üzerinde işaretledim. Asla metnin özetini yapmadan bir sonraki sayfaya geçmedim. Bunu sizlere de tavsiye ediyorum.

Metinde geçen cümlelerin manası açık olduğundan izahına girişmeyip ihatasına çalıştık. Mütalaa ve tefekkürünü sizlere havale ediyoruz.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin