10. Hem mesela dalaletin gayet müthiş manevi elemini hisseden bir adama…
İkinci Şua mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Hem mesela dalaletin gayet müthiş manevi elemini hisseden bir adama iman ile hidayet ihsan etmek… (2. Şua)
Bir insan düşünelim… Küfrün karanlığında kalmış, dalaletin müthiş manevi elemini hissediyor. Allah’ı tanımadığı için bu dünya ona bir zindan hükmünde. Her şey ona yabancı ve düşman vaziyetinde…
İşte böyle bir insana hidayet ihsan etmek ve onu İslam’la şereflendirmek ne büyük bir nimettir; herhâlde herkes anlar.
Şimdi bu nimete önce tevhid aynasını tutup bakacağız. Sonra da bu aynayı çekip bakacağız. Böylece tevhid ve vahdette cemal-i İlahînin ve kemal-i Rabbanînin nasıl tezahür ettiğini göreceğiz.
Üstadımız şöyle diyor:
Eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden o cüz’î ve fâni ve âciz adam bütün kâinatın hâlıkı ve sultanı olan mabudunun muhatap bir abdi olmak… (2. Şua)
Üstadımız ilk önce, hidayet verme fiiline tevhid gözüyle bakıyor. Tevhid gözüyle bakıldığında ortaya çıkan birinci meyve şu: O cüz’î, fâni ve âciz adam, kendine verilen hidayetle birden Allah’ın muhatabı olur; yeryüzünde halifesi olur. Ellerini açar, kâinatın hâlıkı ve sultanı olan Zat ile konuşur. Kur’an okur, Allah’ın kelamına muhatap olur…
Yahu, bir insan bir devlet başkanına muhatap oluyor ve onunla üç beş dakika konuşuyor da bundan bir zevk alıyor ve bununla bir kemal kazandığını zannediyor.
— Acaba âciz ve fakir bir insan, Sultan-ı Ezel ve Ebed’e muhatap olmakla nasıl bir kemal kazanır? Cüz’îyeten kurtulup nasıl bir külliyet kesbeder? Ve nasıl bir zevki hisseder?
İşte insan kendisine verilen hidayet sayesinde, doğrudan ve vasıtasız bir şekilde Allah ile konuşur, O’na abd olduğunu hisseder; “Mabudum kâinatın hâlıkı ve sultanıdır. Ancak O’na kulluk eder ve O’ndan yardım dilerim.” der. Bu ne büyük bir ihsandır ve ne büyük bir lütuftur; Aklı olan herkes anlar!
Üstadımız hidayetin diğer meyvesini şöyle beyan ediyor:
Ve o iman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve şahane ve çok geniş ve şaşaalı bir mülk-ü bâki ve bâki bir dünyayı ihsan etmek… (2. Şua)
Bir önceki cümlede hidayetin dünyevî meyvesinden bahsettik. Bu cümlede ise hidayetin uhrevi meyvesi beyan ediliyor.
— Neymiş hidayetin uhrevi meyvesi?
Ebedî bir saadeti kazandırmak ve bir mülk-ü bâkiyi, dünya kadar bir mülkü ihsan etmek…
Evet, cennete en son girene dünya kadar bir mülk ihsan edilecek. Varın ilk girenlerin hâlini siz düşünün!
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Ve onun gibi bütün müminleri dahi derecelerine göre o lütfa mazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve simasında… (2. Şua)
Önceki cümlelerde bir mümine iman mukabilinden verilen ve hidayet sebebiyle ihsan edilen üç nimetten bahsettik:
1. Fâni ve âciz bir insanın bütün kâinatın hâlıkı ve sultanı olan Allah’a muhatap olması.
2. Saadet-i ebediyeye mazhar olması.
3. Dünya kadar bir mülk-ü baki kazanması.
Elbette daha başka nimetler de var. Hatta bu nimetlerin en büyüğü Allah’ı görmektir. Üstadımız burada üç meyveyi zikrettiğinden biz de üçü üzerine konuşuyoruz.
Şimdi, bu nimetlerin bütün müminlere verildiğini; her müminin, derecesine göre bu nimete mazhar olduğunu düşünün…
— Böyle bir ihsan-ı ekber yüzünde ve simasında ne görünür?
Üstadımız şöyle cevaplıyor:
Bir Zat-ı Kerîm ve Muhsin’in öyle bir hüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemal-i lâyezalîsi görünür ki bir lem’asıyla bütün ehl-i imanı kendine dost ve has kısmını da âşık yapıyor. (2. Şua)
– İhsan-ı ekber olan hidayetin sadece birkaç kula değil, milyarlarca kula verildiğini düşündüğümüzde…
– Hâdi isminin bu geniş tecellisini tevhid aynasında gördüğümüzde…
– Yine Mümin isminin bu tecellisine vahdet aynasını tuttuğumuzda…
Allah’ın hüsn-ü ezelîsi ve cemal-i lâyezalîsi kemal-i şaşaa ile tezahür eder.
Yani Hâdi ve Mümin isimlerinin tecellisine tevhid aynasıyla baktığımızda, Allah’ın hem zatının hem isim ve sıfatlarının hem de fiillerinin güzelliğini görüp, bu cemal ve kemale âşık oluruz.
Faraza, bir insan, kendisine hidayet edilmesiyle bu İlahî hüsnü ve cemali bir kilo gösteriyor olsa, tevhid dürbünüyle bakıldığında, bütün hidayetler yan yana gelip omuz omuza verdiğinde, bu aynada tonlar hüsün ve cemal gözükür.
İşte Allah’ın cemalinin ve kemalinin ancak tevhid vasıtasıyla gözükebilmesi budur.
Eğer tevhid gözüyle bakılmazsa şu olur:
Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cüz’î imanı ya mütehakkim ve hodbin Mutezileler gibi kendi nefsine veya bazı esbaba havale eder ki hakiki fiyatı ve pahası cennet olan o Rahmanî pırlanta bir cam parçasına inip âyinedarlık ettiği kudsî cemalin lem’asını kaybeder. (2. Şua)
Eğer hidayet etme fiiline tevhid gözlüğüyle bakmazsak, bu durumda, hidayeti ya o kişinin nefsine ya da hidayetine vesile olana hamlederiz.
— Kim gibi?
Mutezile gibi. Mutezile kulun cüz’î iradesine tesir-i hakiki veriyor. Hâlbuki Ehl-i sünnet irade-i cüz’iyeyi nisbî ve itibarî bir şey kabul ediyor. Bu meselenin izahı uzundur; makamı da burası değil. Sadece şu kadar demekle yetinelim:
Hidayetin hakiki fiyatı ve pahası cennettir. Yani hidayet cennet kıymetindedir. Zira cennetin anahtarı hidayettir. O anahtar olmazsa cennetin kapıları açılmaz. Hidayet böyle bir pırlanta iken, hidayet etme fiiline tevhid nazarıyla bakılmazsa esbaba havale edilir. Ya “Kul kendi kendine hidayet buldu.” denir ya da “Ona falanca hidayet etti.” denir.
Bununla da cennet kıymetinde olan o Rahmanî pırlanta bir cam parçası derekesine düşer. Yine “bütün müminlere hidayet etme” yüzünde gözüken cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî gizlenir. İşte bu sırdan dolayıdır ki şirk en büyük günahtır ve affı mümkün değildir.
Bu dersimizde şu kısmın mütalaasını yaptık:
Hem mesela dalaletin gayet müthiş manevi elemini hisseden bir adama iman ile hidayet ihsan etmek, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden o cüz’î ve fâni ve âciz adam bütün kâinatın hâlıkı ve sultanı olan mabudunun muhatap bir abdi olmak ve o iman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve şahane ve çok geniş ve şaşaalı bir mülk-ü bâki ve bâki bir dünyayı ihsan etmek ve onun gibi bütün müminleri dahi derecelerine göre o lütfa mazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve simasında bir Zat-ı Kerîm ve Muhsin’in öyle bir hüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemal-i lâyezalîsi görünür ki bir lem’asıyla bütün ehl-i imanı kendine dost ve has kısmını da âşık yapıyor.
Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cüz’î imanı ya mütehakkim ve hodbin Mutezileler gibi kendi nefsine veya bazı esbaba havale eder ki hakiki fiyatı ve pahası cennet olan o Rahmanî pırlanta bir cam parçasına inip âyinedarlık ettiği kudsî cemalin lem’asını kaybeder. (2. Şua)
Yazar: Sinan Yılmaz