53. Hatta bütün kemalât-ı insaniye ve beşerin bütün ulvi maksatları tevhid ile bağlıdır…
İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz:
“Hatta bütün kemalât-ı insaniye ve beşerin bütün ulvi maksatları tevhid ile bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücud bulur.”
Bu cümlede iki madde var:
1. Bütün kemalât-ı insaniyenin tevhid ile bağlı olması ve sırr-ı vahdetle vücud bulması.
2. Beşerin bütün ulvi maksatlarının tevhid ile bağlı olup sırr-ı vahdetle vücud bulması.
İlk önce birinci maddeyi mütalaa edelim:
Bütün kemalât-ı insaniyenin tevhid ile bağlı olup sırr-ı vahdetle vücud bulması hakikatini birkaç farklı şekilde izah edebiliriz. Birinci ciheti şu:
İnsan öldükten sonra dirileceğine, dünyada yaptığı amellerden hesaba çekileceğine ve ameline göre cennete veya cehenneme gideceğine inanmazsa -yani sırr-ı vahdet olmazsa- niçin cömert olsun, niçin başkalarına merhamet etsin, niçin paylaşsın, niçin sevsin, niçin başkalarına zulmetmesin, niçin öldürmesin, yağmalamasın, çalmasın, çırpmasın ve hakeza…
İnsanı bu kötü hasletlerden meneden tek şey, iman ve ahiretteki hesaptır. İman bir santral, kemal sıfatlar ise birer lambadır. Bu lambaları yakmanın tek yolu, iman santralinin kolunu kaldırmaktır.
Dolayısıyla bütün kemalât-ı insaniye -yani insanı insan yapan bütün kemal sıfatlar- tevhid ile bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücud bulur.
Meseleye şu zaviyeden de bakabiliriz:
Mesela akıl bir anahtar olup, sırr-ı tevhid sayesinde rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini keşfeder. Eğer sırr-ı tevhid olmazsa uğursuz ve rahatsızlık verici bir alet derekesine iner. Geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını insanın biçare başına yükler ve bununla muzır bir alet hükmünü alır.
Yine göz sırr-ı tevhid ile şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı, mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar. Eğer sırr-ı tevhid olmazsa fâni güzellikleri seyirle nefsin arzularına hizmet eden bir alet derekesine iner.
Yine dil için iki ihtimal vardır: Ya midenin izin verdiklerine “Geç.”, izin vermediklerine “Dur.” diyen bir kapıcı olacak; bununla da en kıymetsiz bir derekeye inecek. Ya da rahmet hazinelerinin mahir bir nâzırı ve kudret mutfağının şâkir bir müfettişi olacak. Allah hesabına tadacak, lezzetin derecesini ölçecek; bununla da Rezzak isminin bir cilvesini görüp Rezzak-ı Kerîm’e şükredecek.
Hülasa: Bütün kemalât-ı insaniye -yani insanın duygu ve cihazlarının kemali- sırr-ı vahdetle vücud buluyor. Bu sır ortadan kaybolduğunda insanın kemalâtı -misallerde olduğu gibi- sönüp kayboluyor.
Yine mezkûr cümleye şu pencereden bakabiliriz:
İnsanın hakiki kemalâtı mana-yı harfî cihetinde ve esmâ-i İlahiyeye ayinedarlığı nispetindedir. Bu ayinedarlık ise sırr-ı tevhid ile tahakkuk eder. Bir müşrikin ya da kâfirin Allah’ta fâni olmasından bahsedilemez. Allah’ta fâni olamayan da hakiki kemalâta ulaşamaz.
Üstadımız cümlenin devamında, “Beşerin bütün ulvi maksatları tevhid ile bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücud bulur.” dedi. Bu da başka bir mesele…
Üstadımız “ulvi maksatlar” dedi. Demek maksadın ulvisi var, süflisi var. Her maksat değil, sadece ulvileri tevhid ile bağlı ve sırr-ı vahdetle vücud buluyor.
İnsanın şu dünyaya ait ve dünyanın fâni yüzüne bakan maksatları ulvi değil süflidir. Yine nefsine ait maksatları süflidir. Tabii o maksatlar ahirete hizmet etmiyorsa… Mesela insan şu dünyanın sultanı olmak istese, bu maksadı ulvi değil süflidir. Dünyanın en zengini olmak istese, yine bu maksadı süflidir. Bu maksatlar sırr-ı tevhid olmadan da vücud bulabilir.
Ulvi maksatlar daha başka şeylerdir. Mesela:
– Arzu-yu beka ulvi bir maksattır.
– Saadet-i ebediye ulvi bir maksattır.
– Fıtratının iktizası olan; kendisini yaratan zatı bulmak, onu tanımak ve iman etmek, kendini ona sevdirmek ve rızasını celbetmek gibi işler ulvi maksatlardır.
Daha bunlar gibi insanın onlarca ulvi maksadı vardır ki bütün bunlar tevhid ile bağlıdır ve ancak sırr-ı vahdet ile vücut bulur.
Üstad Hazretleri birkaç ulvi maksada Yirminci Mektup’ta şöyle işaret ediyor:
“Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.” (Yirminci Mektup)
İman-ı billah ulvi bir maksattır. İman-ı billah içindeki marifetullah ulvi bir maksattır. Marifetullah içindeki muhabbetullah ulvi bir maksattır. Muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyeyi hissetmeyi arzulamak yine ulvi bir maksattır. Bütün bunlar da tevhid ile bağlıdır ve ancak sırr-ı vahdet ile vücut bulur.
Yazar: Sinan Yılmaz