52. Zîşuura bilhassa insana bakar. Evet, sırr-ı vahdet ile insan bütün mahlukat içinde…
İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz:
ÜÇÜNCÜ MEYVE
“Zîşuura bilhassa insana bakar. Evet, sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlukatın en nazenini ve en mükemmeli ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Hâlık-ı âlem’in muhatabı ve dostu olabilir.”
Risale-i Nurlar çok katmanlı ve çok derinlikli bir eser. Üstadımızın mezkûr cümlesi bu davamızı ispat eder. Bu cümle üzerine bir kitap yazılsa elhak layıktır. Tabii bizim kitap yazmaya vaktimiz yok. Bu sebeple, her madde üzerinde -pencere açmak nevinden- birkaç kelam edeceğiz.
1. Sırr-ı vahdet ile insan bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi olur:
Sırr-ı vahdet ile insanın kazandığı kemali anlamak için, bu sırdan nasibi olmayan filozofların insan hakkındaki sözlerine bakmak lazım. Birkaçını zikredelim:
Aristo: İnsan, düşünen hayvandır.
Konfüçyus: İnsan, öğrenen hayvandır.
Thales: İnsan, araştıran hayvandır.
Sokrates: İnsan, sorgulayan hayvandır.
Platon: İnsan toplumsal hayvandır.
Heraklıetos: İnsan, tartışan hayvandır.
Descartes: İnsan, konuşan hayvandır.
Karl Marx: İnsan mücadeleci bir hayvandır.
Buraya yüz filozofun “İnsan hayvandır.” sözünü yazabiliriz. İşte sırr-ı vahdet ile insana bakılmazsa insan bir hayvan derekesine düşer. Zira insanın kemali maddesinde değil, Allah’a bakan yüzünde ve mana-yı harfî cihetindedir. Bu hakikat Yirmi Üçüncü Söz’de şöyle geçiyor:
“Mesela insanların sanatları içinde nasıl ki maddenin kıymeti ile sanatın kıymeti ayrı ayrıdır; bazen müsavi, bazen madde daha kıymettar, bazen oluyor ki beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir sanat bulunuyor. Belki bazen antika olan bir sanat bir milyon kıymeti aldığı hâlde maddesi beş kuruşa da değmiyor.
İşte öyle antika bir sanat, antikacıların çarşısına gidilse, hârikapîşe ve pek eski hünerver sanatkârına nisbet ederek, o sanatkârı yâd etmekle ve o sanatla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir pahasına alınabilir.
İşte insan Cenab-ı Hakk’ın böyle antika bir sanatıdır ve en nazik ve nazenin bir mucize-i kudretidir ki insanı bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musaggar suretinde yaratmıştır…” (Yirmi Üçüncü Söz)
(Hârikapîşe: Harika eserler yapan / Hünerver: Becerikli / Nazenin: Nazlı / Mucize-i kudret: Allah’ın kudretinin mucizesi / Medar: Yörünge / Misal-i musaggar: Küçültülmüş misal)
Ana metinden uzaklaşmamak için metnin mütalaasına girişmiyor; mütalaa ve tefekkürünü sizlere havale ediyoruz.
2. Sırr-ı vahdet ile insan kâinatın en kıymettar meyvesi olur:
Her bir mahluk haddizatında kâinat ağacının bir meyvesidir.
– Nebatat meyveleri cemadat meyvelerinden daha kıymetlidir.
– Hayvanat meyveleri de nebatat meyvelerinden kıymetlidir.
– En kıymetli meyveler ise nev-i beşerdir.
– Nev-i beşer içinde en kıymetlisi ehl-i imandır.
– Ehl-i iman içinde en kıymetlisi ehlullahtır.
– Ehlullah içinde en kıymetlisi enbiyadır.
– Enbiya içinde ise en kıymetli meyve Hazreti Muhammed (a.s.m.)’dır.
Bu mesele Otuz Birinci Söz’de şöyle geçiyor:
“Madem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o neviden başka şecere yok. Öyle ise ona menşe ve çekirdek hükmünde olan mana ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünkü çekirdek daima çıplak olamaz. Madem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette âhirde o libası giyecektir. Madem o meyve insandır…” (Otuz Birinci Söz)
Yine metnin mütalaasına girişmiyor; mütalaa ve tefekkürünü sizlere havale ediyoruz.
3. Sırr-ı vahdet ile insan mahlukatın en nazenini olur:
Nazenin: Nazlı ve nazlı olarak yetiştirilmiş demektir. İnsan sırr-ı vahdet ile Allah’ın nazdar bir misafiri ve nazenin bir masnuu olur. İnsanın nazdarlığını şununla anlayın ki: Koca kâinat onun emrine verilmiş, bütün eşya ona teshir edilmiş; zehirli böceğin eliyle ona bal yedirilmiş, elsiz bir böceğin eliyle ipek giydirilmiş; ağaçların elleriyle ona meyveler uzatılmış, toprak kazan olup onun için kaynamış; Güneş ona bir lamba ve soba, Ay kandil ve yıldızlar mumları olmuş… İşte insan böyle nazdar ve nazenin bir misafirdir!
Sizler tefekkürünüzde bu mananın üstüne koyarsınız. Ben maddeleri kısaca geçiyor, sadece bir pencere açmakla yetiniyorum. Aksi hâlde bu eserin şerhini tamamlamak mümkün olmaz. Sadece “insanın mahlukatın en nazenini olması” üzerine konuşsak saatlerce konuşuruz da yine de meseleyi bitiremeyiz.
4. Sırr-ı vahdet ile insan mahlukatın en mükemmeli olur:
İnsanı böyle mükemmel yapan şey insanın esmâ-i İlâhiyeye olan ayinedarlığıdır. İnsan bu cihetle misal-i musaggar-ı kâinattır (kâinatın küçültülmüş bir misalidir).
Evet, insan cismi itibarıyla da mahlukatın en mükemmelidir. Hatta sadece insanın aklını terazinin bir kefesine koysak, diğer kefeye de bir nevin bütün fertlerinin kemalini koysak, insanın aklı ağır basar. Ancak asıl mükemmellik insanın mana-yı harfî cihetinde ve esmâ-i İlahiyeye külli bir ayna olması yönündedir.
5. Sırr-ı vahdet ile insan zîhayatın en bahtiyarı ve en mesudu olur:
Risale-i Nurlar -bahusus Küçük Sözler- baştan sonra bu hakikati anlatıyor. Biz iki nakille yetinelim; siz üzerine koyarsınız:
“Meşhur Hikem-i Atâiyenin şu fıkrası: مَاذاَ وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ وَمَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ Yani “Cenab-ı Hakk’ı bulan neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden neyi kazanır?” Yani “Onu bulan her şeyi bulur. Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz; bulsa da başına bela bulur.” ne derece âli bir hakikat olduğunu gördüm ve طُوبـٰى لِلْغُرَباَءِ hadisinin sırrını anladım, şükrettim.” (Altıncı Mektup)
“Evet, bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar onsuz olamaz. Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara ya bi’l-kuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen nihayetsiz şakavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptela olur.” (Yirminci Mektup)
6. Sırr-ı vahdet ile insan Hâlık-ı âlem’in muhatabı ve dostu olabilir:
Böyle cümlelerde izaha gerek yok. Yapılması gereken şey: Boynu bükmeli ve Allah’a ne kadar muhatap ve dost olabildik, bunu düşünmeli; nefsi sigaya çekmeli, sonra da nefse demeli ki:
— Ey nefsim! Senin gibi bir âciz, sırr-ı vahdet ile Hâlık-ı âlem’in muhatabı ve dostu olabilir. Öyleyse bu sırrın peşine düş; Hâlık-ı âlem’e muhatap ve dost ol. Yoksa dostun şeytanlar olur ki onların da dostluğu kabir kapısına kadardır…
Rabbim bizleri kendine muhatap ve dost eylesin. Bu bahtiyarlar kervanına bizleri de dâhil etsin. Âmin.
Yazar: Sinan Yılmaz