a
Ana Sayfaİkinci Şua87. Envaın birbirine karşı gösterdikleri teavün, tesanüd, teşabüh, tedahülden mürekkeb…

87. Envaın birbirine karşı gösterdikleri teavün, tesanüd, teşabüh, tedahülden mürekkeb…

İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz:

ÜÇÜNCÜ HÜCCET VE ALAMET

“Üçüncü hüccet ve alamet  لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ  ile işaret edilen hadd ü hesaba gelmeyen tevhid sikkeleridir.”

Sikke: Madenî paranın üzerine vurulan damgadır. Bu damgayla o paranın hangi devlete ait olduğu ispat edilir.

Allahu Teâlâ da her bir mahlukun üzerine tevhid sikkelerini vurmuştur ki bu sikkelerin lisan-ı hâliyle “Bütün eşya benimdir.” der. Bu makamda tevhidin bir kısım sikkelerini mütalaa edeceğiz.

“Evet, her şeyin yüzünde, cüz’î olsun küllî olsun, zerrattan ta seyyarata kadar öyle bir sikke var ki âyinede güneşin cilvesi güneşi gösterdiği gibi, öyle de o sikke âyinesi dahi Şems-i ezel ve ebed’e işaret ederek vahdetine şehadet eder. O hadsiz sikkelerden pek çokları Siracünnur’da tafsilen beyan edildiğinden burada yalnız kısa bir işaretle üç tanesine bakacağız. Şöyle ki:

Mecmu-u kâinatın yüzüne, envaın birbirine karşı gösterdikleri teavün, tesanüd, teşabüh, tedahülden mürekkeb geniş bir sikke-i vahdet konulduğu gibi…”

Teavün: Karşılıklı yardımlaşmadır.

Tesanüd: Birbirine dayanma, el ele verme ve birbirini kollamadır.

Teşabüh: Birbirine benzemektir.

Tedahül: Birbiri içine girmektir.

Şimdi cümleyi parçalayıp izahını yapmaya çalışalım:

Mecmu-u kâinatın yüzüne: Bu ifadeyle kâinatın tamamı kastedilmektedir. Yani bahsi geçen hakikatler sadece dünyada gözükmüyor ve yeryüzünü ihata etmiyor; bütün kâinatta gözüküyor ve âlemin tamamını ihata ediyor. Zerreden şemse, denizlerin diplerinden semavatın kandillerine, balıktan seyyarata kadar her şeyde bu hakikatler gözüküyor.

O hakikatler de şudur: Envaın birbirine karşı gösterdikleri teavün, tesanüd, teşabüh, tedahülden mürekkeb geniş bir sikke-i vahdettir.

Teavün ve tesanüd manaca birbirine yakın olup, varlıklar arasındaki yardımlaşmayı ve birbirlerinin imdadına koşmayı ifade eder. Bir örnek üzerinden bu hakikatleri mütalaa edelim:

Kökün iki tane vazifesi vardır. Birisi, ağacı ayakta tutmaktır. Diğeri ise ağaca lazım olan maddeleri topraktan almaktır.

Lakin iğne yapraklı ağaçların (ardıç, çam gibi) yetiştiği topraklar asit karakterli olduğundan kök lazım olan maddeleri topraktan alamaz. İşte ağaç bu sıkıntı içinde kıvranırken, emr-i Rabbanî ile bir mantar giderek köke yerleşir. Ağaca lazım olan maddeleri onun için hazırlar ve ağaca sunar. Ağaç da bu iyiliğe karşı, ürettiği şekerin bir kısmını ona verir.

İşte bu hadisede teavün ve tesanüd hakikatleri gözükmektedir. Şimdi bu hakikatleri şu sorularla tahlil edelim:

1. Mantar ağacın sıkıntısını nereden biliyor? Elbette bilmesi mümkün değildir. Zira bilmek ilim ile mümkündür. Mantarın ise ilmi yoktur.

2. Hadi mantar biliyor diyelim. Lakin ağaca yardım etmek merhametin eseridir. Hâlbuki mantarın merhameti de yoktur.

3. Hadi merhameti de var diyelim. Acaba kökün yapamadığı işi o nasıl yapıyor?

4. Ağaca lazım olan maddeleri nereden biliyor? Hangi mektepte botanik okumuş?

5. Acaba ağacın bu iyiliğin altında kalmayıp mantara şeker sunması onun minnettarlığının bir eseri midir?

Daha çok sorular sorabiliriz ki eğer Allah’ın varlığı kabul edilmezse bu soruların hiçbirine cevap verilemez. İşte bu cihetten teavün ve tesanüd hakikatleri bir sikke-i vahdettir.

Şimdi de teşabüh hakikatini, Mesnevî’de geçen şu beyan üzerinden mütalaa edelim:

“Arkadaş! Bir nevin efradı arasındaki tevafuk ve bir cinsin envâı arasında âzâ-yı esasiyede bulunan müşabehet sikkenin ittihadına, kalemin vahdetine delalet ettiklerinden anlaşılıyor ki bütün mütevafık ve müteşabihler yani birbirine benzeyen çokluk, bir Zat-ı Vahid’in eser-i sanatıdır.”

(Efrad: Fertler / Tevafuk: Uygunluk / Müşabehet: Birbirine benzeme / İttihad: Birlik / Mütevafık: Birbirine uygun / Müteşabih: Birbirine benzeyen)

Bir elma ağacı diğer elma ağaçlarıyla aynıdır. Yaprakları, çiçekleri ve meyveleri birbirine benzer. Bu, efrad arasındaki tevafuktur.

Elma ağacı diğer ağaçlara birebir benzemez. Ancak âzâ-yı esasiyede yani esas azalarda bir benzerlik vardır. Hepsinin kökü, dalları; yaprak, çiçek ve meyveleri vardır. Bu, nevler arasındaki müşabehet yani benzerliktir.

Yine bir bülbül diğer bülbüllerle aynıdır. Bu kuşu nerede görseniz, “Bu bülbüldür.” dersiniz. Bu, efrad arasındaki tevafuktur.

Bülbül diğer kuşlara birebir benzemez. Ancak âzâ-yı esasiyede bir benzerlik vardır. Hepsinin kanadı, gözü, ayağı, gagası ve birbirine benzeyen azaları vardır. İşte bu, nevler arasındaki müşabehet yani benzerliktir.

Yine bir gül diğer güllerle aynıdır. Nerede bu çiçeği görseniz, “Bu güldür.” dersiniz. Bütün güller birbirine benzer. Bu, efrad arasındaki tevafuktur.

Gül diğer çiçeklerle birebir benzemez. Ancak âzâ-yı esasiyede bir benzerlik vardır. Hepsinin bir sapı, yaprağı, çiçeği vardır. Bu, nevler arasındaki benzerliktir.

— Peki, bir nevin fertleri arasındaki tevafuk ve bir cinsin nevleri arasındaki müşabehet neyi ispat eder?

Sikkenin ittihadını ve kalemin vahdetini ispat eder. Demek hepsinde aynı kudret kalemi işlemiş. Zira farklı bir el karışsaydı bu benzerlik olmazdı. Birlik ancak tek bir elden çıkabilir. Başka eller karışsa karışıklık olur.

Netice: Bütün mütevafık ve müteşabihler -yani birbirine benzeyen fertler ve nevler- bir Zat-ı Vahid’in eser-i sanatıdır.

Bu hakikati biraz daha tefekkür edelim:

Bir elma ağacına, “Sen benimsin, seni ben yaptım.” desek, elma ağacı lisan-ı hâliyle bize şöyle der:

— Bana sahip olabilmen için kardeşlerim olan bütün elma ağaçlarına sahip olman lazım. Çünkü biz birbirimizin aynıyız. Kardeşlerimi icat edemeyen, dallarıma elmaları takamaz. Nevimi halk edemeyen, beni yapraklarla donatamaz. Bütün elma ağaçlarını yaratamayan, beni çiçeklerle süsleyemez. Beni yaratabilmek için nevimi yaratabilecek bir kudrete sahip olmak gerekir. Hem bu da yetmez. Diğer ağaçlara da sahip olmalısın. Çünkü diğer ağaçlarla da âzâ-yı esasiyede aynıyız. Hepimizin kökü var, gövdesi var, dalı var; çiçeği, yaprağı, meyvesi var ve hepimiz aynı kanunlara tabiyiz. Bizim bu benzerliğimiz sikkenin ittihadından, kalemin vahdetinden ileri geliyor. Bu benzerliğimiz ispat eder ki biz tek bir zatın eserleriyiz. Eğer sende hepimizi yaratabilecek bir kudret varsa göster, sonra bana sahiplik iddiasında bulun.

İşte bir ağaç böyle der. Ondan yüz bulamayıp bir kuşa gitsek, “Seni ben yaptım, senin sahibin benim.” desek, o kuş lisan-ı hâliyle bize şöyle der:

— Bana sahip olabilmen için nevimin bütün fertlerine sahip olabilmen lazım. Çünkü bizler biriz. Bu birlik ancak tek bir elden çıkabilir. Başka bir el bize karışsa birliğimiz bozulur. O hâlde sen önce nevime sahip olmalısın. Hem bu da yetmez. Diğer bütün kuşlara da sahip olmalısın. Çünkü bizler her ne kadar birbirimize benzemesek de âzâ-yı esasiyemiz aynıdır. Hepimizin kanadı var, gözü var, ayağı var; cihazlarımız aynı, aynı terbiyeden geçmişiz, aynı kanunlara tabi olmuşuz. Üzerimizde bir vahdet mührü var. Beni kim yapmışsa bütün kuş kardeşlerimi de o yapmıştır. Ve onları yapamayan, beni yapamaz. Hadi, hem nevimin bütün efradını hem de kuş nevlerinin tamamını yaratabilecek bir kudretin varsa göster; sonra bana, “Senin sahibin benim.” de.

Bir kuş da böyle der. Ondan yüz bulamayıp bir güle gitsek ve ona, “Seni ben yarattım, sen benimsin.” desek, o bize der ki:

— Ben yeryüzünü süsleyen bütün güllerle aynıyım. Aramızdaki farkı göz fark edemez. Bu benzerlik ispat eder ki hâlıkımız birdir, mucidimiz birdir, sahibimiz birdir. Eğer senin bütün gülleri yaratabilecek bir kudretin varsa, o zaman bana sahiplik iddiasında bulunabilirsin. Gerçi bu da yetmez. Diğer bütün çiçek nevlerine de sahip olabilmen lazım. Zira onlarla âzâ-yı esasiyede aynıyız. Bu ayniyet sebebiyle hepimiz “çiçek” ismiyle müsemma olmuşuz. Bana sahiplik iddiasında bulunabilmen için sadece nevimin fertlerini değil; diğer bütün nevileri, bütün efradıyla yaratabilmen lazım. Ancak bunu yapabilirsen bana sahiplik iddiasında bulunabilirsin.

İşte bu misaller gibi, her bir mevcut, üzerindeki sikkesinin birliği ve üzerinde işleyen kalemin vahdeti cihetiyle der ki:

— Biz bir Zat-ı Vahid’in eserleriyiz, masnuatıyız ve O’nun mahluklarıyız.

Âmennâ ve saddeknâ.

Şimdi de tedahül hakikatini mütalaa edelim:

Tedahül: Birbiri içine girmektir. Eşya bir tedahül içinde, yani birbirine girmiş bir hâlde yaratılmaktadır. Mesela küçük bir bahçeye baksanız, çiçek ve bitkilerin birbirine girdiğini görürsünüz. Bir papatya… Hemen onun yanı başında bir gül… Gülün neredeyse yapraklarına dolanmış bir zambak… O bahçede onlarca çiçek ve onlarca bitki birbirine girmiş. Böyle bir tedahül…

Bu tedahülle birlikte tam bir imtiyaz vardır.

İmtiyaz: Her varlığın, kendisini başka varlıklardan ayırt ettiren has özelliklere, kendine mahsus şekil ve sıfatlara sahip olmasıdır.

Hiçbir varlığı başkasıyla karıştırmıyoruz. Hatta bu hakikat değil farklı nevlerde, bir nevin fertlerinde de gözüküyor. Mesela hiçbir insan başka bir insana benzemiyor. Hiçbir papatya diğer papatyalarla birebir aynı değil. Yağmur damlaları, kar taneleri, ağaçların yaprakları ve her ne varsa, hiçbir şey kardeşine birebir benzemiyor.

Eşyayı tam bir tedahül içinde böyle imtiyazla yaratmak, her bir varlığa kendine mahsus şekil ve sıfatları vermek ve bunu tam bir mükemmellik içinde yapmak Allah’a has bir sikkedir.

Bizler tedahül hakikatini imtiyaz-ı mutlak penceresinden tefekkür ettik. Başka pencereler de açılabilir. Mesela:

– Birbirini içine girmiş mahlukatın birbirleriyle olan münasebetlerini tanzim etmek tevhidi ve vahdaniyeti iktiza eder.

– O tedahül içinde intizamı ve mizanı muhafaza etmek yine tevhidi ve vahdaniyeti iktiza eder.

Birkaç tane de sizler yazın…

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin