a
Ana Sayfaİkinci Şua68. Şecere-i hilkatin en müntehasındaki en cüz’î ahval ve semerat iki cihetle tevhide ve vahdete…

68. Şecere-i hilkatin en müntehasındaki en cüz’î ahval ve semerat iki cihetle tevhide ve vahdete…

İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz. Üstad Hazretleri “Elhasıl” diyerek vahdaniyetin birinci muktezîsini özetleyecek. Gelecek metindeki her cümleyi daha önce mütalaa etmiştik. Bu sebeple tekrar izahına girişmeyeceğiz. Hem bakalım, buraya kadar yapılan izahları ne kadar anlamışsınız?

Şimdi metni teenni ve tefekkürle okuyalım. (Durulması ve üzerinde tefekkür edilmesi gereken yerleri üç noktayla ayırdım. Bir cümleyi iyice tefekkür etmeden diğer cümleye geçmeyin; bütünü de nazardan kaybetmeyin.)

“Elhasıl: Şecere-i hilkatin en müntehasındaki en cüz’î ahval ve semerat… iki cihetle tevhide ve vahdete işaret ve şehadet ederler:

Birincisi: Rububiyetin kâinattaki maksatları onlarda tecemmu… ve gayeleri onlarda temerküz… ve ekser esma-i hüsnanın cilveleri ve zuhurları ve taayyünleri… ve hilkat-i mevcudatın neticeleri ve faydaları onlarda içtima ettiğinden… onların her birisi, bu temerküz noktasından der: ‘Ben bütün kâinatı halk eden zatın malıyım, fiiliyim, eseriyim.’

İkinci cihet ise: O cüz’î meyvenin kalbi… hem hadisçe zahr-ı kalp denilen insanın hafızası… ekser envaın bir çeşit muhtasar fihristesi… ve bir küçük numune haritası… ve şecere-i kâinatın bir manevi çekirdeği… ve ekser esma-i İlahiyenin incecik bir âyinesi olduğu… hem o kalbin ve hafızanın emsalleri ve sikkeleri bir tarzda bulunan bütün kalplerin ve hafızaların kâinat yüzünde müstevliyane intişarları… elbette bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan bir zata bakar ve yalnız onun eseriyim ve onun sanatıyım derler…

Elhasıl: Nasıl ki bir meyve, faydalılığı cihetiyle tamam ağacının malikine bakar… Ve çekirdeği cihetiyle bütün o ağacın ecza ve aza ve mahiyetine nazar eder… Ve bütün emsalinde aynı bulunan yüzündeki sikkesi cihetiyle o ağacın bütün meyvelerini temaşa eder… ‘Biz biriz ve bir elden çıkmışız, bir tek zatın malıyız. Ve birimizi yapan, elbette umumumuzu o yapar.’ derler… Öyle de daire-i kesretin nihayetlerindeki zîhayat… ve zîhayatın ve hususan insanın yüzündeki sikke… ve kalbindeki fihristiyet… ve mahiyetindeki neticelik ve meyvelik cihetiyle… doğrudan doğruya bütün kâinatı kabza-i rububiyetinde tutan zata bakar ve vahdetine şehadet eder.”

Bu metnin şerhi, Birinci Muktezîde ve Birinci Meyvede yaptığımız izahtır. Belki şu cümle biraz izah isteyebilir:

“O cüz’î meyvenin kalbi hem hadisçe zahr-ı kalp denilen insanın hafızası, ekser envaın bir çeşit muhtasar fihristesi ve bir küçük numune haritası ve şecere-i kâinatın bir manevi çekirdeği…”

İnsanın kalbi ve hafızası; bir fihriste, bir harita ve manevi bir çekirdek hükmündedir. Hafızanın fihriste ve harita olmasının manası açıktır. İnsanın gördüğü ve okuduğu her şey hafızasında kaydedilir. Bu cihetle hafıza küçük bir dünya olur; her nevin bir ferdi içinde bulunur. Faraza dünyayı hiç görmeyen birisine hafızamızı gösterebilsek ve içinde gezdirebilsek dünyayı görmüş gibi olur. Zira dünyada ne varsa hafızada o vardır.

Üstadımız bu manayı Mesnevî’de şöyle beyan ediyor: Beşerin kuvve-i hafızasında tarih-i hayatını taallukatıyla beraber yazan…

Cenab-ı Hak insanın yaşadığı, gördüğü, okuduğu ve temas ettiği her şeyi hafızasında kaydediyor.

— Her şeyin hafızada kaydedilmesi ve hiçbir bilgi ve görüntünün başkasıyla karıştırılmaması tesadüfün eseri olabilir mi?

— Hangi tesadüf bu harikulade fiile fail olabilir?

— Hangi sebep bu hikmetli yazının kâtibi olabilir?

— Hangi kör kuvvet bu paha biçilmez hediyeyi insana verebilir?

— Bu mucizevî faaliyete Allah’tan başka bir fail gösterilebilir mi? Hâşâ ve kella.

Biraz da kalp üzerine mütalaa yapalım:

Üstad Hazretleri Mesnevî’de şöyle diyor: İnsanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan…

Kalb idrak etmenin, akletmenin, düşünmenin ve diğer duyguların asıl merkezidir. Kalb latifesinin maddi bir vücudu yoktur. Manevidir ve maddeden mücerreddir. Dolayısıyla kalbin binler âleme fihriste ve numune olmasını maddi cihetle değil, kalbin taşıdığı duygular cihetiyle anlamalıyız.

Malumdur ki insan küçük bir kâinat, kâinat ise büyük bir insandır. İnsanı büyütsek kâinat olur, kâinatı küçültsek insan olur.

Şimdi, hayalen insanı büyütün ve kâinat yapın. Bu durumda, insanın kalbinde olan duygular kâinattaki bazı hadiselere dönmeli ve âlemlere benzemeli.

– Mesela insanın kalbinde öfke var. Öfke bu kâinatta ne olurdu? Kasırga olurdu, fırtına olurdu, deprem olurdu ve bunlar gibi hadiselere dönerdi.

– Kalbte neşe var. Neşe bu kâinatta ne olurdu? Bahar olurdu, yaz olurdu, insanı mutlu eden hadiseler olurdu.

– İnsanın kalbinde lümme-i şeytaniye var. Lümme-i şeytaniye bu kâinatta ne olurdu? Şeytan ve şerler olurdu.

– Yine kalbte hayırlı ilhamlar var. Bu ilhamlar kâinatta ne olurdu? Melek olurdu, güzellikler olurdu.

– Kalbte korku var. Korku kâinatta ne olurdu? Gök gürültüsü, şimşek, karanlık ve bunlar gibi şeyler olurdu.

– Kalbte hüzün var. Hüzün bu kâinatta ne olurdu? Sonbahar olurdu, kışın başlangıcı olurdu ve insana hüzün veren hadiseler olurdu.

– Kalbte muhabbet var. Muhabbet bu kâinatta ne olurdu? Çekim kuvveti olurdu.

– Kalbte nefret var. Nefret bu kâinatta ne olurdu? İtme kuvveti olurdu.

– Kalbte tevazu ve kibir var. Bunlar kâinatta ne olurdu? Tevazu toprak, kibir kendisini üstün gören şeytan ve şeytanlaşmış insanlar olurdu.

Bunlar gibi, kalbte olan her bir duygu bu âlemdeki bir hadisenin örneğidir. Âlem sürekli değiştiği gibi kalb de sürekli değişir, her an kalbe farklı fikir ve duygular gelir. Bununla farklı bir âlemin örneği olur.

Kalbin binler âleme örnek olmasına şuradan da bakabiliriz:

Bu âlemde tecelli eden isim ve sıfatlar küçük bir mikyasta kalbteki duygularda da tecelli eder.

– Mesela dağda tecelli eden Aziz ismi izzet sahibi bir kalbte de tecelli eder.

– Güneş’in itaatinde tecelli eden Muti ismi itaatkâr bir kalbte de tecelli eder.

– Tertemiz denizlerde tecelli eden Kuddûs ismi vesvese ve şüphelerden temizlenen bir kalbte de tecelli eder.

– Âlemde tecelli eden Rahim ismi şefkat sahibi bir kalbte de tecelli eder. Ve hakeza…

Demek, kalbin binler âlemlere numune ve fihriste olması, âlemdeki hadiselere benzeyen duyguların kalbte bulunması ve âlemde tecelli eden isimlerin kalbte de tecelli etmesidir.

Kalbin binler âlemlere örnek olmasından şu hakikate yol açılır:

Âlemin sahibi kimse kalbin sahibi de odur. Çünkü âlemdeki her bir hadiseye mukabil, o hadiseye benzer kalbte bir duygu vardır. Ve âlemde tecelli eden isimler kalbte de tecelli etmektedir. O hâlde kâinatı yaratmak için nasıl sonsuz bir kudrete, ilme, hikmete ve uluhiyetin diğer sıfatlarına ihtiyaç varsa, kalb latifesini yaratmak için de aynı şeylere ihtiyaç vardır. “Kâinatı kim yarattı?” sorusuna Allah’tan başkasıyla cevap verilemeyeceği gibi, “Kalbi kim yarattı? Kalbi binler âleme kim numune ve fihriste yaptı?” sorusuna da Allah’tan başkasıyla cevap verilemez.

Metinde geçen diğer maddelerin mütalaa ve tefekkürünü sizlere havale ediyor; Birinci Muktezînin mütalaasını burada tamamlıyoruz.

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin