9. Bu makam münasebetiyle hatıra gelen bir salavatın bir nüktesini beyan ediyorum…
İkinci Şua mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Bu makam münasebetiyle hatıra gelen bir salavatın bir nüktesini beyan ediyorum. Şöyle ki: Namaz tesbihatının âhirinde Şafiîlerde gayet müsta’mel ve meşhur bir salavat olan,
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَدَوَاءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثيرًا كَثيرًا
nın ehemmiyeti yüzündendir ki… (2. Şua)
Önce salavatın manasını verelim, sonra metne devam edelim:
اَللّٰهُمَّ صَلِّ “Ey Allah’ımız salât eyle…” Allah’ın salât eylemesi, kulunu methüsena edip onu affetmesidir. Kime salât eyle?
عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ “Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in âline…” Ne kadar salât eyle?
بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَدَوَاءٍ “Bütün dertler ve dermanlar, bütün hastalıklar ve ilaçlar adedince…”
وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثيرًا كَثيرًا “Onu ve âlini çok çok mübarek eyle ve selam et.”
Şafiî mezhebinde bu salavat çok meşhurdur ve namazın tesbihatından sonra vird-i zeban edilir.
Üstadımız bu salavatın ehemmiyetinden şu neticeye ulaşıyor:
…ehemmiyeti yüzündendir ki insanın hikmet-i hilkati ve sırr-ı câmiiyeti ise her zaman, her dakika hâlıkına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan… (2. Şua)
— İnsan niçin yaratılmış? İnsanın hikmet-i hilkati nedir?
— İnsanın bu sırr-ı câmiiyeti nedendir? Yani niçin insan küçük bir âlem olarak yaratılmış ve misal-i musaggar-ı kâinat olmuş? Bu kadar aza ve cihazat insana niçin verilmiş? Bu kadar duygularla niçin teçhiz edilmiş?
İşte mezkûr cümlede bu soruların cevabı vardır. İnsanın yaratılışının hikmeti ve sırr-ı câmiiyetinin sebebi iki şeydir:
1. Her zaman ve her dakika Allah’a iltica edip ona yalvarması.
2. Her daim Allah’a hamd ve şükür etmesi.
Allahu Teâlâ insana bu vazifeleri yüklemiş; ona duayı ve kendisine ilticayı emretmiş; hamd ve şükür ile onu tavzif etmiş. Bu vazifeleri görebilmesi için de insanı öyle bir câmiiyet ile -âdeta küçük bir âlem olarak- yaratmış ve insanın hilkatinde bu hikmeti murad etmiş.
— Peki, bu anlattıklarımızın mezkûr salavat ile ne alakası var?
Alakayı Üstadımız şöyle beyan ediyor:
İnsanı dergâh-ı İlahiyeye kamçı vurup sevk eden en keskin ve müessir sâik hastalıklar olduğu gibi… (2. Şua)
İnsanın bir vazifesi Allah’a iltica ve yalvarmaktı.
— Peki, insan bu vazifeyi nasıl yapacak?
İnsana bir kamçı lazım; ta onu bu vazifeye sevk etsin… İşte bu kamçı hastalıklarmış. Cenab-ı Hak hastalık kamçısını insana bir vurdu mu insan bu kamçının sevkiyle Allah’a firar eder, O’na sığınır; el açıp O’na yalvarır, O’ndan ister ve O’na kaçar…
İşte hastalıklar bu cihetten, insanın hikmet-i hilkatine ve sırr-ı câmiiyetine hizmet ediyor. Yani insanı vazifesine sevk ediyor; gaflete düşmesine mâni oluyor.
İnsanın diğer bir vazifesi de hamd ve şükür idi.
— Peki, hastalıklar hamd ve şükür vazifesine nasıl bir etki yapıyor?
Üstadımız bunu da şöyle izah ediyor:
İnsanı kemal-i şevk ile şükre sevk eden ve tam manasıyla minnettar edip hamdettiren tatlı nimetler ise başta şifalar ve devalar ve afiyetler olduğundan bu salavat-ı şerife gayet müşerref ve manidar olmuştur. (2. Şua)
İnsanın bir vazifesi de hamd ve şükür idi. İşte şifalar, devalar ve afiyetler insanı bu vazifesine sevk ediyor. İnsan şifa sebebiyle hamd ediyor; derdine gönderilen devalar sebebiyle şükrediyor; afiyette olması cihetiyle hamdüsena ediyor.
Demek, hastalıklar iltica ve yalvarma vazifesine; şifalar ve devalar da hamd ve şükür vazifesine bakıyor ve insanı bunlara sevk ediyor.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Ben bazen بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَدَوَاءٍ dedikçe küre-i arzı bir hastane suretinde… (2. Şua)
Üstad Hazretlerinin tefekkür boyutuna bakın. Namazın tesbihatında بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَدَوَاءٍ “Bütün dertler ve dermanlar, bütün hastalıklar ve ilaçlar adedince” dediğinde yeryüzünü bir hastane suretinde hayal ediyor.
Allah’ın Şafi isminin büyüklüğünü görecek ya, Allah’ın hastanesi de Şafi isminin haşmetine uygun olmalı. İşte Üstadımızın nazarında, koca yeryüzü Şafi isminin bir tecelligâhı ve bir hastanesi suretini alıyor. Bu hastanede insani, hayvani ve nebati hadsiz hastalar bulunuyor. Her biri derdine derman ve hastalığına şifa arıyor.
Metne devam edelim:
ve maddi ve manevi bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şâfî-i Hakiki’nin pek aşikâr bir mevcudiyetini ve külli bir şefkatini ve kudsi ve geniş bir rahîmiyetini hissediyorum. (2. Şua)
Yeryüzü bir hastane oldu… İçindeki bütün dertliler bu hastanenin hastaları oldu… Bu hastaların bütün maddi ve manevi dertlerine dermanlar yetiştiriliyor, onlara şifalar ihsan ediliyor, ihtiyaçları umulmadık yerlerden karşılanıyor; bununla da Allah’ın varlığı güneş gibi tebarüz ediyor; Allah’ın külli şefkati ve geniş rahîmiyeti hissediliyor.
Cenab-ı Hak bizlere de âleme böyle bakmayı nasip etsin. Yeryüzü bir hastane… İçindeki mahlukat hasta; maddi ve manevi dertleri var… Allahu Teâlâ Şafi isminin tecellisiyle onlara şifalar veriyor, ilaçlar gönderiyor; bütün yeryüzü ism-i Şafi’nin hakimiyetinde…
Mütalaa ettiğimiz kısmı bir daha okuyarak dersimizi tamamlayalım:
Bu makam münasebetiyle hatıra gelen bir salavatın bir nüktesini beyan ediyorum. Şöyle ki: Namaz tesbihatının âhirinde Şafiîlerde gayet müsta’mel ve meşhur bir salavat olan,
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَدَوَاءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثيرًا كَثيرًا
nın ehemmiyeti yüzündendir ki insanın hikmet-i hilkati ve sırr-ı câmiiyeti ise her zaman, her dakika hâlıkına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan, insanı dergâh-ı İlahiyeye kamçı vurup sevk eden en keskin ve müessir sâik hastalıklar olduğu gibi, insanı kemal-i şevk ile şükre sevk eden ve tam manasıyla minnettar edip hamd ettiren tatlı nimetler ise başta şifalar ve devalar ve afiyetler olduğundan bu salavat-ı şerife gayet müşerref ve manidar olmuştur.
Ben bazen بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَدَوَاءٍ dedikçe küre-i arzı bir hastane suretinde ve maddi ve manevi bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şâfî-i Hakiki’nin pek aşikâr bir mevcudiyetini ve külli bir şefkatini ve kudsi ve geniş bir rahîmiyetini hissediyorum. (2. Şua)
Yazar: Sinan Yılmaz