50. Hem kâinattaki hadsiz faaliyeti iktiza eden tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemalât-ı İlahiyeye…
İkinci Şua mütalaasına devam ediyoruz. Bir önceki derste uzun bir metin okumuş ve iki cümlesini mütalaa etmiştik. Üzerinde duracağımız üçüncü cümle şu:
“Hem kâinattaki hadsiz faaliyeti iktiza eden tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemalât-ı İlahiyeye (Yirmi Dördüncü Mektup’ta beyan edildiği gibi) beş vecihle hizmeti dahi ulvi bir vazife-i fıtratıdır.”
Cümlenin mütalaasına -daha önce de izahını yaptığımız- rububiyet kavramını izah ederek başlayalım:
Rububiyet: Allah’ın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, ona suret vermesi, onu aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması, onu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır.
Biraz daha açalım: Cenab-ı Hakk’ın fiilî sıfatları vardır. Bu sıfatlar: Tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (ilk başta yaratma), ibda (eşsiz bir şekilde yaratma), ihya (diriltme), ifna (yok etme), tasvir (şekil verme), inma (büyütme), tezyin (süsleme), tanzim (nizama koyma), tekmil (kemale ulaştırma), ba’s (öldürdükten sonra diriltme), in’am (nimetlendirme), gufran (affetme), terbib (terbiye etme) gibi fiille ilgili olan sıfatlardır. Bütün bu sıfatların tecellisine Allah’ın rububiyeti denir.
Tezahür-ü rububiyet ise bu fiillerin âlemde görünmesi ve tecelli etmesidir.
Biraz da “tebarüz-ü kemalât-ı İlahiye” ifadesi üzerine konuşalım:
“Kemalât-ı İlahiye” ifadesi, Allah’ın isim ve sıfatlarının kusursuzluğunu ve nihayetsizliğini ifade eden bir tabirdir. Cenab-ı Hak bütün kemal sıfatlarla muttasıftır ve bu sıfatların zıtlarının Ona ârız olması muhaldir. Mesela Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır; zıddı olan cehalet Ona ârız olamaz. Kudreti sonsuzdur; zıddı olan âcizlik Ona ilişemez. İradesi mutlaktır; bir başkası müdahale edemez. Bunlar gibi, bütün isim ve sıfatları nihayetsiz kemaldedir; naks ve kusur Ona ârız olamaz.
Tebarüz-ü kemalât-ı İlahiye ise Allahu Teâlâ’ya ait bu kemalâtın açıkça görünmesi ve ortaya çıkmasıdır.
Bu izahlardan sonra, şimdi cümleyi bir daha okuyalım:
“Hem kâinattaki hadsiz faaliyeti iktiza eden tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemalât-ı İlahiyeye (Yirmi Dördüncü Mektup’ta beyan edildiği gibi) beş vecihle hizmeti dahi ulvi bir vazife-i fıtratıdır.”
Bu beyandan anlıyoruz ki: Yaratılan eşya hem Allahu Teâlâ’nın tezahür-ü rububiyetine hem de tebarüz-ü kemalâtına beş vecihle hizmet ediyormuş ve bu beş vecih onun ulvi bir vazife-i fıtratıymış. Bu beş vecih hizmet Yirmi Dördüncü Mektup’ta şöyle geçiyor:
“İşte her hâlde cemal ve kemal sahibi, bilbedahe cemal ve kemalini sevmesi gibi, Zat-ı Zülcelal dahi cemalini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever… Hem cemalinin şuâatı olan esmasını dahi sever… Madem esmasını sever, elbette esmasının cemalini gösteren sanatını sever… Öyle ise cemal ve kemaline âyine olan masnuatını dahi sever… Madem cemal ve kemalini göstereni sever, elbette cemal ve kemal-i esmasına işaret eden mahlukatının mehasinini sever.”
Meseleyi biraz açacak olursak:
1. Allahu Teâlâ kendi cemal ve kemalini -kendine lâyık bir muhabbetle- sever. Mahlukat da bu cemal ve kemalin tezahürüne hizmet eder.
2. Allahu Teâlâ cemalinin şuâatı olan esmasını sever. Mahlukat da bu esmaya ayna olmakla hizmet eder.
3. Allahu Teâlâ esmasının cemalini gösteren sanatını sever. Mahlukat da bu sanata mazhar olmakla hizmet eder.
4. Allahu Teâlâ cemal ve kemaline ayna olan masnuatını sever. Mahlukat da cemâl-i İlâhiyeye ve kemâl-i Rabbâniyeye ayna olmakla hizmet eder.
5. Allahu Teâlâ mahlukatının mehasinini (güzelliklerini) sever; çünkü bu mehasin cemal ve kemal-i esmasına işaret eder. Mahlukat da -cirmi nispetinde- mehasine mazhar olmakla o cemal ve kemal-i esmaya işaret eder; bununla da bir hizmet eder.
Hülasa: Madem eşya bir dakika daire-i vücutta kalsa tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemalât-ı İlahiyeye karşı mezkûr hizmeti görüyor. Öyleyse bu hizmeti gördükten sonra fenaya gitse ne zarar olur?
Hiçbir zarar olmaz. Zira vazifesini yaptı ve hilkatinin gayesi tahakkuk etti. Bundan sonra ha vücutta kalmış ha fenaya gitmiş fark etmez.
Demek, eşyanın zevaliyle bizlerin vaveyla etmesi ve kadere itiraza yeltenmesi mezkûr gaye ve hizmetlerden habersiz oluşumuzdanmış. Biz zannediyor ki mahlukat zevk ve sefa için yaratılıyor ve bu dünyaya keyif sürsün diye gönderiliyor. Böyle zannettiğimiz için de bir varlığı küçücük bir sıkıntı içinde görsek ya da ölümüne şahit olsak hemen itiraza başlıyor, içten içe kadere karşı geliyoruz. Hâlbuki mahlukat ne kadar farklı gayeler için yaratılıyormuş!..
Risale-i Nurları okumasaydık bu gayeleri nereden bilir ve nereden öğrenirdik?.. Rabbimize -Risale-i Nur’a talebe olma nimetinden dolayı- sonsuz hamdüsena olsun.
Dördüncü kısmın izahını sonraki derste yapacağız.
Yazar: Sinan Yılmaz