a
Ana Sayfa1-50 Arası21. Mahlukatın tesbihatı üzerine bir mütalaa

21. Mahlukatın tesbihatı üzerine bir mütalaa

Bazı kişiler şöyle soruyor: Her şey Allah’ı tesbih mi ediyor? Eğer tesbih ve zikir ediyorsa bu nasıl oluyor?

Bu makamda, her şeyin Allah’ı tesbih etmesi üzerine bir mütalaa yapalım:

Kur’an-ı Hakîm’de bütün mevcudatın Allah’ı tesbih ettiği bildirilir; bu cihetle her bir mahlukun bir zâkir ve müsebbih olduğuna dikkat çekilir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ

“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (İsra 44)

Başka bir ayette şöyle buyrulur:

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالطَّيْرُ صَافَّاتٍ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلاَتَهُ وَتَسْبِيحَهُ

“Göklerde ve yerde bulunanların ve saf saf olmuş kuşların Allah’ı tesbih ettiklerini görmedin mi? Her biri duasını ve tesbihini bilmiştir.” (Nur 41)

Bir başka ayet de şöyledir:

إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً كُلٌّ لَهُ أَوَّابٌ     

“Şüphesiz biz dağları (Davud’a) boyun eğdirdik. Akşam-sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu olarak onun emrine verdik. Hepsi onunla zikir ve tesbih ederdi.” (Sâd 18-19)

Kur’an’da bu manada daha birçok ayet-i kerime var. Bizler bu dersimizde bu ayetlerin bir tefsirini yapacak ve mahlukatın tesbihatına dair Risale-i Nur’da geçen beyanları mütalaa edeceğiz. Mütalaamızı dört başlık altında yapacağız:

1. Ehl-i tarikatın zikirde takip ettikleri usul

2. Mahlukatın zikri ve bu zikir ile ehl-i tarikatın zikri arasındaki benzerlik

3. Üstadımızın kâinata bir zikirhane ve mescid gözüyle bakması

4. Risale-i Nurlarda hafî ve cehrî zikrin bulunması

EHL-İ TARİKATIN ZİKİRDE TAKİP ETTİKLERİ USUL

Üstad Hazretleri, ehl-i tarikatın zikirde takip ettikleri usulü şöyle beyan ediyor:

“İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tağutlarını tarumar etmişlerdir.” (Hubab)

Ehl-i tarikat zikirde iki usul takip etmiş: Nakşibendîler zikr-i hafîyi yani kalp ile sessiz zikri, Kâdirîler ise zikr-i cehrîyi yani dil ile sesli zikri tercih etmiş. Diğer meşreplerde de zikir ya hafîdir ya da cehrî. Hâfi zikir kalple, cehrî zikir dille olur.

Bunlar zaten malumunuz. Bu sebeple sözü uzatmaya gerek duymuyoruz. Sadece bir hatırlatma yaptık.

Şunu da ifade edelim: Mezkûr metin üzerinde mütalaa yapılabilecek başka noktalar da var. Ancak bizim konumuz mahlukatın tesbihatı olduğundan o noktalara girmiyoruz. Bu usul gelecek metinler için de geçerlidir. Sadece meselemizde temerküz edecek, diğer noktalara temas etmeyeceğiz.

MAHLUKATIN ZİKRİ VE BU ZİKİR İLE EHL-İ TARİKATIN ZİKRİ ARASINDAKİ BENZERLİK

Üstadımız ağaçların zikri hakkında şöyle diyor:

“Her meyvenin kalbi hükmünde olan her bir çekirdek dahi vahdetin birer maddi âyinesi oldukları gibi, zikr-i kalbi-yi hafîyle, koca ağacın zikr-i cehrî suretiyle çektiği ve okuduğu bütün esmayı zikreder, okur.” (32. Söz, 2. Mevkıf)

Üstadımızın bu beyanından anlıyoruz ki: Ağacın kendine mahsus bir zikr-i cehrîsi var. Ağacın çekirdeği ise ağacın çektiği bu zikri zikr-i hafî suretinde çekiyor.

Meseleyi biraz daha açalım:

Nasıl ki insan zikr-i hafîyi kalbi ile çekiyor; aynen bunun gibi, ağacın kalbi de çekirdeğidir. İnsanın kalbinde zikr-i hafî olursa, ağacın kalbi hükmündeki çekirdekte de aynı zikr-i hafî olur.

— Peki, çekirdek hafî olarak hangi zikri çekiyor?

El-cevap: Koca ağacın zikr-i cehrî suretiyle çektiği ve okuduğu bütün esmayı zikrediyor ve çekiyor. Yani hem ağacın hem de çekirdeğin zikri aynı. Aradaki fark: Ağaç bu zikri cehrî çekerken, çekirdek hafî çekiyor.

Burada ilginç bir nokta da ağacın sesli zikretmesidir. Biz bu zikri duyamasak da bir kısım evliya duymuş ve bizlere haber vermiş. Bizler de en azından iman kulağıyla duymaya çalışmalı ve hayalen onların zikrine iştirak etmeliyiz.

Bu tahlille şu da anlaşıldı: Ağacın çekirdeği zikr-i hafî ile Nakşîlerin usulünü takip ediyor ve onlar gibi zikrini gizli çekiyor. Ağacın kendisi ise zikr-i cehrî ile Kâdîrilerin usulünü takip ediyor ve onlar gibi zikrini sesli çekiyor.

Şimdi, Üstadımızın başka bir beyanına bakalım:

“Sakın zannetme ki bu ilan ve dellallık ve tesbihâtın nağamâtıyla teganni bülbüle mahsustur. Belki ekser envaın her bir nevinin bülbül misali bir sınıfı var ki o nevin en latif hissiyatını, en latif bir tesbihle, en latif sec’alarla temsil edecek birer latif ferdi veya efradı bulunur. Hususan sinek ve böceklerin bülbülleri hem çoktur hem çeşit çeşittirler ki onlar bütün kulağı bulunanların, en küçük hayvandan en büyüğüne kadar olanların başlarında tesbihatlarını güzel sec’alarla onlara işittirip, onları mütelezziz ediyorlar.

Onlardan bir kısmı leylîdir. Gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanların kasidehân enîsleri, gecenin sükûnetinde ve mevcudatın sükûtunda onların tatlı sözlü nutukhânlarıdır. Ve o meclis-i halvette olan zikr-i hafînin dairesinde birer kutubdur ki her birisi onu dinler; kendi kalbleriyle Fâtır-ı Zülcelallerine bir nevi zikir ve tesbih ederler.

Diğer bir kısmı neharîdir. Gündüzde ağaçların minberlerinde, bütün zîhayatların başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde yüksek âvâzlarıyla, latif nağamatla, sec’alı tesbihat ile Rahmanurrahîm’in rahmetini ilan ediyorlar. Güya bir zikr-i cehrî halkasının bir reisi gibi işitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar ki o vakit işitenlerin her birisi lisan-ı mahsusuyla ve bir âvâz-ı hususi ile Fâtır-ı Zülcelalinin zikrine başlar. (24. Söz, 2. Dal)

Bu metinden öğrendiklerimizi şöylece maddeleyelim:

1. Hayvanatın bir kısmı leylî, bir kısmı neharîdir.

2. Leylî olanlar gece zikrediyor, neharî olanlar gündüz. Leylî olanların zikri zikr-i hafî, neharî olanların zikri ise zikr-i cehrî.

3. Ağaçların dalları neharî olanlara bir minber olmuş. Bir vaizin minberde hutbesini irad etmesi gibi, onlar da bir nevi hutbeleri olan zikirlerini ağaçların dallarında irad ediyorlar.

4. Yine neharî olanlar zihayatın başlarında tesbih ediyorlar. Mesela kuşlar çiçeklerin üstlerine, ağaçların tepelerine, hayvanatın başlarına konuyorlar ve buralarda zikrediyorlar. Yine sinek gibi bir kısım böcek insanın başı üstünde dolaşarak zikrini çekiyor.

5. Neharî olanlar yaz ve bahar mevsimlerinde yüksek sesleriyle, latif nağmelerle ve cıvıltılı tesbihatlarıyla Rahman ve Rahîm olan Allah’ın rahmetini ilan ediyorlar.

6. Onların bu hâli bir zikir halkasını andırıyor. Sanki onlar bu zikr-i cehrî ile bir zikir halkasının serzâkiri olmuşlar da işitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar, onları zikre davet ediyorlar. Onların davetiyle de diğerleri zikre katılıp her biri kendine mahsus bir lisanla, bir âvâz-ı hususiyle Allah’ın zikrine başlıyorlar.

Ben bu hâli çok müşahede ediyorum. Oturduğum yerde martılar var. Bir martı zikre başladığı zaman diğer martılar hemen ona katılıyor. Sanki ilk martı halka-i zikrin serzâkiri oluyor ve diğerlerini zikre davet ediyor. Onlar da lebbeyk diyerek ona icabet ediyor.

7. Leylî olanlara gelince: Neharî olanlar gecede sükûta (sessizliğe) dalıyor ve sükünete (durgunluğa) giriyor. Gerçekten de böyle oluyor. Mesela oturduğum yerde bütün gün zikreden martılar gece olunca tek bir zikir çekmiyor. Hepsi susuyor ve istirahata dalıyor.

İşte onlar istirahata dalınca ortaya leylî olanlar çıkıyor. Bu leylîler de gündüz sükûtta ve istirahatta idi.

8. Leylî olanların zikri zikr-i hafî. Bunlar sessiz zikrediyorlar. Tabii aralarında ağustos böceği ve kurbağa gibi sesli zikredenler de var. Belki de bunlar bizi gafletten kurtarmak ve zikri hatırlatmak için böyle sesli zikrediyorlar.

Mezkûr metnin diğer maddelerini sizler tefekkür edersiniz. Ben bu makamda önce nefsime sonra sizlere birkaç soru sormak istiyorum:

— Üstadımız ağaçları kuşların minberine benzetti. Bizler bir dalda öten bir kuşu gördüğümüzde hiç şöyle dedik mi: Kuş minberine oturmuş, hutbesini okuyor; zikr-i cehrî ile meşgul…

— Hiç mahlukatı bir halka-i zikirde görüp onların halkasına katıldık mı? Onlarla birlikte “Allah, Allah” dedik mi?

— Bir sinek uykumuzda başımız üzerinde vızıldasa elimizle onu kovmaya hatta kalkıp öldürmeye çalışıyoruz. Başında sinek vızıldadığında şöyle diyenimiz var mı: Bu sinek zikr-i hafî çeken gecenin mahlukatı arasında zikr-i cehrî çekiyor. Başımın üstünde gezmekle beni gafletten uyandırmaya çalışıyor. Zikrinin hâliyle diyor ki: Ben hesaba muhatap olmadığım hâlde zikirle meşgulüm. Sen ise hesaba muhatapsın! Böyle büyük bir hesabın varken nasıl olur da gafil gafil yatarsın? Kalk, zikre başla. Şu gecede zikr-i hafî çeken mahlukatın halkasına katıl…

Daha çok soru sorabilirim. Lakin hepsinin cevabı aynı: Yok…

Bu hâlimiz de ispat ediyor ki: Risale-i Nurlar bir vadide, biz başka bir vadideyiz. Boyasıyla boyanamamış ve kazanında pişememişiz! Okumuşuz, belki anlamışız ancak amele dökememişiz. Demek okuma usulümüz yanlış ve Risale-i Nurları yanlış metotla okuyoruz!

Şimdi, Üstadımızın âleme ve mahlukata nasıl baktığını görelim!

ÜSTADIMIZIN KÂİNATA BİR ZİKİRHANE VE MESCİD GÖZÜYLE BAKMASI

Üstad Hazretleri yeryüzünü bir mescid-i kebir suretinde görmüş. İçindeki mahlukatı da bu mescidin zâkiri, şâkiri, âbidi ve sâcidi kabul etmiş. İşte bu manadaki bazı beyanları:

“Denizli hapsinden tahliyemizden sonra meşhur Şehir Oteli’nin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i zikir tarzında, gayet latif tatlı bir surette, hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları havanın dokunmasıyla cezbekârane ve câzibedarâne hareketle raksları…” (25. Söz)

“Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bilittifak lisan-ı kâl ve lisan-ı hâlleriyle “Lâ ilahe illâ hû” deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler.”  (7. Şua)

“Ben Hülâsatü’l-Hülâsa’yı okuduğum zaman, koca kâinat nazarımda bir halka-i zikir oluyor.” (Emirdağ Lahikası-I)

“Madem ağaçlar birer cesed oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek, her biri binler dilleri ile havanın dokunmasıyla “Hû Hû” zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyatıyla sâniinin Hayy-ı Kayyum olduğunu ilan ediyorlar.” (17. Söz)

“Ve keza,  وَعَلَى سَمْعِهِمْ  kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hatta kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hâl ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde, rüzgârların terennümatını, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her nevden Rabbanî kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musiki dairesidir. Türlü türlü âvâzlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba ettirmekle kalbleri, ruhları nurani âlemlere götürür; pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.” (İşârâtü’l-İ’caz)

Daha Üstadımızın bunlar gibi onlarca beyanı var. O, âleme bu gözle bakmış, bunu hissetmiş ve böyle yaşamış. Bizler ise bu manaları hayatımıza geçirmekten ne kadar uzağız!

RİSALE-İ NURLARDA HAFÎ VE CEHRÎ ZİKRİN BULUNMASI

Ehl-i tarikat zikr-i cehrîyi ve zikr-i hafîyi yollarının esası yapmışlar. Mahlukat dahi bu yoldan gidip, bir kısmı zikr-i cehrîyle bir kısmı da zikrî hafîyle meşgul olmuşlar.

— Peki, Risale-i Nur bu iki usulden hangi usulü takip etmiş ve hangi yolda yürümüş?

Şimdi, Üstadımızın beyanlarıyla bu sorunun cevabını bulalım. Üstadımız diyor ki:

“Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde, kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tâğutlarını tarumar etmişlerdir.” (Hubab)

Demek, Nakşibendîler zikr-i hafî ile “ene”yi ve enaniyeti öldürmüşler ve nefs-i emmarenin başını kesmişler. Kâdirîler ise zikr-i cehrî ile tabiat tâğutlarını tarumar etmişler. Yani birisi dâhilî ve enfüsi çalışmış, diğeri ise haricî ve âfâkî…

Üstadımız kendi mücadelesini şöyle beyan ediyor:

“Otuz seneden beri iki tağut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri “ene”dir, diğeri tabiattır.” (Habbe)

Demek Üstad Hazretleri her iki tarikat usulünü mesleğine esas yapmış. Nakşibendîler zikr-i hafî ile “ene”yi ve enaniyeti öldürmeye ve nefs-i emmarenin başını kesmeye çalışırken, Üstadımız aynı “ene”yi ve enaniyeti, nefsi ilzam eden ve “ene”nin mahiyetini öğreten derslerle öldürmüş ve bu derslerle nefsin başını kesmiş.

Yine Kâdirîler tabiat tâğutlarını zikr-i cehrî ile tarumar etmeye çalışırken, Üstadımız aynı tâğutları 7. Şua, 33. Söz, Tabiat Risalesi gibi âfâka bakan eserleriyle tarumar etmiş.

Yine Üstadımız şöyle diyor:

“Demek, o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafîye gibi enfüsî ve dâhilî cihetinde çalışmış; kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur hem enfüsî hem ekserî cihetinde turuk-u cehrîye gibi âfâkî ve haricî daireye bakıp marifetullaha geniş ve her yerde yol açmış.” (Mesnevi-i Nuriye)

Üstadımız burada da Risale-i Nurların iki yolla hakka vasıl ettiğini beyan ediyor. Hem Nakşibendîler gibi, enfüsî ve dâhilî cihette bir ameliyat-ı cerrahiye yapıyor hem de Kâdirîler gibi, âfâkî ve haricî daireye bakarak tabiat tağutlarının başını kesiyor.

Demek, Risale-i Nur talebeleri devamlı olarak bu iki zikir arasında gidip geliyorlar. Elhamdülillah.

Mesele üzerine konuşulabilecek daha çok cihet ve Risale-i Nurlarda daha çok beyan var. Bizler sadece bir pencere açtık. Sizler pencereyi genişletebilir ve mütalaasını yaptığımız dört maddenin altına çok şeyler yazabilirsiniz.

Ancak şunu unutmayın: Mesele yazmak değil, âleme bu nazarla bakmak!

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin