a
Ana SayfaKatre93. Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli…

93. Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli…

Katre mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

REMİZ

Arkadaş! Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir. İman yolu ise suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve zahmetsizdir. Mesela bir insan, gövdesinin cihat-ı sittesini güneşlendirmek istediği zaman, ya bir Mevlevî gibi dönerek gövdesinin her tarafını güneşe karşı getirir veya güneşi o mesafe-i baîdeden celb ile gövdesinin etrafında döndürecektir. Birinci şık, tevhidin kolaylığına misaldir. İkincisi de küfrün zahmetlerine misaldir. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

(Cihat-ı sitte: Altı cihet / Mesafe-i baîde: Uzak mesafe)

Üstad Hazretleri imandaki kolaylığı ve küfürdeki zorluğu beyan etti. Bunun çok delilleri Risale-i Nurlarda işlenmiştir. Lem’alar Risalesi’nde beyan edilen bir delili burada zikrederek mezkûr metnin mütalaasını yapalım:

Dördüncü Lem’a: Bir kitap el yazısıyla yazılırsa yalnız bir adama ve bir kaleme ihtiyaç vardır. Fakat matbaada basılırsa kalem işini gören pek çok demir kalemler lazımdır. Ve o demir harfleri yapmak için ustalar ve âlât ve edevat ve mürettipler gibi çok şeylere ihtiyaç olur. (Mesnevi-i Nuriye, Lem’alar Risalesi)

(Mürettip: Dizgici)

Üstad Hazretleri bu örnekle tevhiddeki kolaylığı ve kesretteki zorluğu göstermek istiyor. Şöyle ki:

Bir kitap bir kâtibe isnat edilse ve onun el yazısıyla yazıldığı kabul edilse tek bir kâtibe ve kaleme ihtiyaç vardır. Tek bir kâtibi kabulle kitabın varlığı izah edilir.

Eğer kitabı bir kâtibin yazdığı inkâr edilip, “Bu kitap matbaada basılmıştır.” denilirse, bu sefer kâtibe bedel çok şeylerin vücudu lazım.

– Evvela kalem işini gören demir harfler lazım.

– Bu demir harfleri yapmak için usta lazım.

– Ustanın yapabilmesi için de alet ve edevat lazım.

– Bütün bu harfler ortaya çıktıktan sonra bu harfleri kitabın cümlelerine uygun şekilde sıralayacak dizgici lazım.

Tek bir kitap için bunlar lazım. Eğer bu kitabın diğer nüshaları farklı matbaalarda basılacaksa, kaç adet basılacaksa o kadar matbaa lazım. Matbaa için de biraz evvel saydıklarımız lazım. Hâlbuki kitap tek bir kâtibin el yazısına isnat edildiğinde bunların hiçbiri lazım değil.

Üstadımız bu misali şu hakikate bağlıyor:

Kezalik, şu kitab-ı kâinatta yazılı satırlar, kelimeler ve harflerin bir Vahid-i Ehad’ın kalem-i kudretiyle yazılmış olduğu cihete hükmeden adam pek rahat ve kolay ve makul bir yola sülük etmiş olur. Fakat o yazıları, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler imtina ve muhalin en suubetli ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar. (Mesnevi-i Nuriye, Lem’alar)

(Esbab: Sebepler / İmtina: İmkânsızlık / Muhal: Hurafe / Suubet: Güçlük / Zehab etmek: Zihnen bir yola sapmak)

– Evet, şu kâinat bir kitaptır.

– Dünya bu kitabın bir babı ve bir bölümüdür.

– Yeryüzü bu babın bir sayfasıdır.

– Her bir tür -mesela bir elma ağacı türü- bu kitabın bir cümlesidir.

– Bir türün tek bir ferdi -mesela tek bir elma ağacı- bu kitabın bir kelimesidir.

– O ferdin her bir cüzü -mesela ağaçtaki bir elma- bu kitabın bir harfidir.

–  Ve o elmanın çekirdeği bu kitabın noktasıdır.

Bu öyle bir noktadır ki kitabın bütün manası bu noktada yazılmıştır. Evet, şu kâinatta tecelli eden İlahî isimler küçük bir mikyasta nokta hükmündeki bu çekirdekte yazılmış; bu nokta âdeta kâinat kitabının manasına mazhar olmuştur.

– Şu kâinat kitabı,

– Bu kitabın bir babı olan dünya,

– Bu babın bir sayfası olan yeryüzü,

– Bu sayfanın cümlesi olan neviler,

– Cümlenin kelimesi olan fertler,

– Kelimenin harfi olan fertlerin aza ve cihazları,

– Ve noktası olan çekirdeği, yumurtası ve nutfesi

Eğer Vahid-i Ehad olan Allah’a isnat edilir ve bu kitabın bütün heyetinin kalem-i kudretle yazıldığı kabul edilirse, pek rahat ve kolay bir yola sülük edilmiş olur. Zira önceki misalde de dediğimiz gibi, bir kitabın bir kâtibin kalemiyle yazıldığını kabul etmek kolaydır.

Eğer böyle yapılmayıp Allah inkâr edilse ve şu kâinat kitabını ve içindeki satır ve kelimeleri tabiatın ve sebeplerin yazdığı kabul edilse, bu durumda eşyanın icadı izah edilemez. Bu yola giren, imkansızlığın en zor ve hurafenin en çıkmaz yoluna girmiş olur. Üstadımız bu çıkmaz yola girmelerinin sebebini şöyle izah ediyor:

Çünkü bu yola zehab edenler için, tek bir zihayatın tab ve bastırılması için ekser kâinatın tabına lazım olan teçhizat lazımdır. Bu ise vehmin kabul edemediği bir hurafedir. (Mesnevi-i Nuriye, Lem’alar)

(Zehab etmek: Zihnen bir yola sapmak / Zihayat: Hayat sahibi / Tab: Baskı / Vehim: Zan)

Yine kitap misalinden yola çıkalım:

– Bir kitabı matbaada basmak için ne gerekiyorsa, bir sayfayı basmak için de aynı şey gereklidir. Çünkü kitapta ne varsa sayfada da o vardır.

– Ve bir sayfayı basmak için ne gerekiyorsa, bir satırı basmak için de aynı şeyler gereklidir. Çünkü sayfada ne varsa satırda da o vardır. Sayfada 10 tane “b” harfi varsa, satırda 1 tane “b” harfi vardır. Bir “b” harfi de olsa o demir harfi yapmak gerekir.

– Yine satırda ne varsa kelimede de o vardır. Kelime uzunsa birçok harf içinde bulunur.

Dolayısıyla “Ben kitap basmayacağım, tek bir kelime basacağım.” diyen kişi, kitap baskısı için ne gerekiyorsa aynı şeyi kelime için de hazırlamalıdır.

Bu misalden şuraya geliyoruz:

Kitap hükmündeki kâinatın var olabilmesi için neler gerekiyorsa, kelimesi hükmündeki en küçük bir hayat sahibinin var olabilmesi için de aynı şey gereklidir. Eğer bir sebep ortaya çıkıp “Bu sineği ben yarattım.” derse ona denilir ki:

— Senin kâinatı yaratabilecek bir kuvvetin var mı? Çünkü bu sineği yaratabilmek için kâinatı yaratabilecek bir kudrete sahip olmak lazım. Hem kâinatın vücudu için ne lazımsa, bu sineğin vücudu için de aynı şey lazımdır. Mesela sineğin havaya ihtiyacı var. Havayı yaratabilmen lazım. Güneşe ihtiyacı var. Güneşi yaratabilmen lazım. Suya ihtiyacı var. Suyu yaratabilmen lazım. Meskene ihtiyacı var. Yeryüzünü yaratabilmen lazım. Vücudunda elementler var. Bütün elementleri icat edebilmen lazım. Eğer bunları yaratabiliyorsan, “Sineğin sahibi benim.” diye dava etme; “Kâinatı ben yarattım.” diye dava et. Çünkü sineği yaratabilen kâinatı da yaratabilir. Ve kâinatı yaratamayan sineğin kanadını dahi yaratamaz.

Meseleye şuradan da bakabiliriz:

Bir kitaba bir harf eklemek istiyorsunuz. Kitap sizin değilse o harfi ekleyebilir misiniz? Hayır, ekleyemezsiniz. Kitabın sahibi harfi eklemenize müsaade etmez. Eğer siz kendi harfinizi yazmak istiyorsanız önce bir kitaba ihtiyacınız var. Bir kitabınız olmalı ki harfi o kitaba yazabilin. Demek, bir harfin sahibi olabilmek ve bir harfi yazabilmek için önce bir kitaba sahip olmak ve bir kitabı yazmak lazım.

Şu kâinat da kalem-i kudretle yazılan bir kitaptır. Bu kitabın harfi hükmünde olan bütün varlıklar kitabın sahibi olan Allah’a aittir. Kimin haddi vardır ki O’nun kitabına bir harf yazabilsin.

Kim ki şu kâinat kitabındaki bir harfe -yani şu alemdeki tek bir varlığa- sahiplik iddia ederse, önce bize kitabın sahibi olduğunu -yani kâinatı yarattığını- ispat etsin. Bunu yapamayan bir sineğe hatta kanadına dahi sahiplik iddiasında bulunamaz.

Üstadımız küfürdeki suubeti de şöyle beyan ediyor:

Ve keza, toprağın, suyun, havanın her bir cüzünde nebatat adedince manevi gizli matbaalar lazımdır ki mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilatını yapabilsinler. (Mesnevi-i Nuriye, Lem’alar)

(Mütehalif: Birbirine benzemeyen)

Mesela toprağa bir elma ağacı diktiniz. Ağaç büyüdü, çiçek ve meyve verdi. Ağacın ne yaprakları birbirinin tamamen aynı ne çiçekleri aynı ne de meyveleri aynı. Eğer bu ağacı toprak, hava ve su yaratmışsa; bu durumda, bir saksı kadar toprak içinde ağacın dal, yaprak, çiçek ve meyveleri adedince maddi kalıplar lazım.

— Niçin maddi kalıplar lazım?

Sebebi şu:

— Mesela siz bir pinpon topu yapmak isteseniz, ilk önce ne yapmak zorundasınız?

Ona bir kalıp yapmak zorundasınız. Kalıp olmadan pinpon topunu üretemezsiniz. Bu, bütün eşya için geçerlidir. Bir şeyi üretecekseniz, ilk önce onun kalıbını yapmalısınız.

Eğer elma ağacını ve üzerindeki yaprağı, çiçeği ve meyveyi toprak, hava ve su yaratmışsa; bu durumda, toprağın, havanın ve suyun her bir cüzünde elma ağacının dalları, yaprakları, çiçek ve meyveleri adedince maddi kalıplar olması lazım.

İş bununla da bitmiyor. Biz o saksının içine başka bir şey diksek diktiğimiz şey bitiyor. Bu durumda, o saksının içinde, onda biten nebatat adedince; o nebatatın dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri ve diğer cüzleri adedince maddi kalıpların olduğunu kabul etmek lazım gelir. Ancak bu durumda toprak, hava ve su o nebatatı bitirebilir. Eğer küçücük saksının içinde, dünya kadar maddi kalıpların olduğunu kabul eden varsa Allah’ı inkâr etsin ve “Nebatatı toprak, hava ve su yapıyor.” desin.

— Peki, eşyanın yaratılışını izah edebilecekleri başka bir yol var mı?

Evet, var. İkinci yolu Üstadımız şöyle izah ediyor:

Veyahut o nebatatı o kadar ziynet ve intizamlarıyla beraber yeşillendirmek için, o üç unsurun her bir cüzünde bütün ağaçların, meyvelerin ve çiçeklerin hassalarını, cihazlarını ve mizanlarını bilip yapabilecek bir kudret, bir ilim lazımdır. Çünkü bu üç unsurun her bir cüzü her bir nebatın teşkiline medar ve menşe olabilir. (Mesnevi-i Nuriye, Lem’alar)

(Hassa: Özellik / Mizan: Ölçü / Medar: Sebep / Menşe: Kaynak)

İşte ikinci yol bu: Toprak, hava ve suyun nihayetsiz bir ilmi ve sonsuz bir kudreti olmalı. İlmiyle bütün ağaçların yapraklarını, çiçeklerini, meyvelerini ve bütün özelliklerini bilmeli; kudretiyle de bunları icat etmeli.

Meseleyi biraz daha açalım:

Topraktan çıkan nebatat; çiçeğiyle, meyvesiyle ve yaprağıyla bir kalıptan çıkmış gibi gayet mizanlı ve dengeli yaratılıyor. Böyle bir kalıptan çıkmış gibi düzgün olabilmek için iki şeyden biri lazımdır.

– Ya maddi bir kalıp olmalı ve eşya o maddi kalıbın içinde şekil almalı.

– Ya da manevi bir kalıp olmalı. Kudret sahibi bir zat atomları kudretiyle hareket ettirmeli ve manevi kalıbın içine sokmalı.

Eşyanın icadını izah edebileceğimiz başka bir yol yok.

Bu durumda, eğer nebatatı toprak, hava ve su icat etmişse; bu üçünün içinde ya bitkiler adedince, onların yaprakları, çiçekleri, meyveleri adedince maddi kalıplar olmalı, eşyayı bu maddi kalıplara sokarak icat etmiş olmalılar. Ya da eşya adedince manevi kalıplar olmalı. Manevi kalıplar için de nihayetsiz bir ilimleri olmalı. Ayrıca sonsuz bir kudretleri de olmalı ki atomları bu ilmî ve manevi kalıpların içine girmeye zorlayabilsinler.

Şimdi sorumuz şu:

— Eğer toprak, hava ve suyun içinde eşya adedince maddi kalıplar yoksa, nihayetsiz ilimleri olmadığı için manevi kalıpları da yoksa, kudretleri olmadığı için atomları sevk ve idare de edemiyorlarsa; bu ağaçlar, çiçekler ve meyveler nasıl yaratılıyor? Nebatat nasıl icat ediliyor?

İş “Allah yok.” demekle bitmiyor. Bize eşyanın nasıl yaratıldığını izah etmek zorundalar. Hadi etsinler de görelim. Ya diyecekler ki:

— Bir saksı kadar toprağın içinde yüz milyonlar maddi kalıp var.

Ya da diyecekler ki:

— Bu toprak, hava ve suyun nihayetsiz ilimleri var. İlimlerinde nihayetsiz manevi kalıplar var. Sonsuz kudretleriyle atomları bu kalıplara girmeye mecbur ediyorlar.

Bu iki şıktan birini kabul edemeyen, Allah’ı kabul etmek zorundadır.

Üstadımız bu delili şöyle tamamlıyor:

Evet, bir saksıdaki toprak, cihazları ve şekilleri ve sair sıfatları muhalif olan herhangi bir nebatın tohumunu yeşillendirmeye kabiliyeti vardır. Binaenaleyh, ikinci yola zehab edenlerce, o küçük saksı içerisinde sayısız gizli makine ve fabrikaların vücudu lazım gelir ki hurafeciler dahi bundan utanıyorlar. (Mesnevi-i Nuriye, Lem’alar)

(Muhalif: Birbirine zıt / Zehab etmek: Zihnen bir yola sapmak)

Biraz önce anlattığımız hususa Üstad Hazretleri bir daha dikkat çekti ve dedi ki:

Bir saksıdaki toprak, içine hangi tohum ekilirse o tohumu yeşillendirmeye, o tohumdan dal, yaprak, çiçek ve meyve çıkarmaya kabiliyeti vardır. Dolayısıyla ikinci yol olan Allahsızlık ve imansızlık yoluna sapanlar, o küçük saksı içinde sayısız kalıpların, gizli makinelerin ve fabrikaların olduğunu kabul etmeleri lazımdır ki küfürlerine itikat edebilsinler. Bu fikirden ise hurafeciler dahi utanır.

Lem’alar Risalesi’nden bir bölümü mütalaa ederek imandaki kolaylığı ve küfürdeki zorluğu tahlil ettik. Bu mütalaa aynı zamanda baştaki metnin şerhidir.

Tekrar metnimize dönüyoruz. Üstadımız şöyle devam ediyor:

Sual: Şirk bu kadar zahmetli olduğu hâlde niçin kâfirler kabul ediyorlar?

Cevap: Kasten ve bizzat kimse küfrü kabul etmez. Yalnız şirk heva-i nefislerine yapışır. Onlar da içine düşer; mülevves, pis olurlar. Ondan çıkması müşkülleşir. İman ise kasten ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Üstad Hazretleri, insanın kasten ve bizzat küfrü kabul etmeyeceğini, belki ihtiyarsız içine düşüp bir daha çıkamadığını, Nokta Risalesi’nde şöyle beyan ediyor:

— İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazen batıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken ihtiyarsız dalalet başına düşer. Hakikat zannederek başına giydiriyor.

Küfür böyle iken, iman kasten ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır. Bu mesele de İşârâtü’l-İ’caz’da şöyle beyan ediliyor:

— İman, Sa’d-ı Taftazani’nin tefsirine göre, “Cenab-ı Hakk’ın, istediği kulunun kalbine, cüz’î ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.” denilmiştir.

Evet, iman bir nurmuş. Kul ister, cüz’î ihtiyarını bu yolda kullanır; sonra da Allah o kalbe bu nuru ilka eder.

Demek, imanda bir kast ve irade var. Küfürde ise hakkı ararken batıla düşmek ve bir daha çıkamamak var. İşte bu sırdan dolayı, küfürde hadsiz muhalat olmasına rağmen kişi kâfir olabiliyor.

Dersimiz uzadığından bu son kısmın mütalaasını kısa kesiyor ve gerisini sizlerin fehmine havale ediyoruz. Bu dersimizde şu bölümü mütalaa ettik:

REMİZ

Arkadaş! Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir. İman yolu ise suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve zahmetsizdir. Mesela bir insan, gövdesinin cihat-ı sittesini güneşlendirmek istediği zaman, ya bir Mevlevî gibi dönerek gövdesinin her tarafını güneşe karşı getirir veya güneşi o mesafe-i baîdeden celb ile gövdesinin etrafında döndürecektir. Birinci şık, tevhidin kolaylığına misaldir. İkincisi de küfrün zahmetlerine misaldir.

Sual: Şirk bu kadar zahmetli olduğu hâlde niçin kâfirler kabul ediyorlar?

Cevap: Kasten ve bizzat kimse küfrü kabul etmez. Yalnız şirk heva-i nefislerine yapışır. Onlar da içine düşer; mülevves, pis olurlar. Ondan çıkması müşkülleşir. İman ise kasten ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin