a
Ana SayfaKatre13. Öyle bir Furkan-ı Hakîm’dir ki bütün akıllar ve kalpler hükümlerini kabul ve tasdike…

13. Öyle bir Furkan-ı Hakîm’dir ki bütün akıllar ve kalpler hükümlerini kabul ve tasdike…

Katre mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Ve öyle bir Furkan-ı Hakîm’dir ki bütün akıllar ve kalpler hükümlerini kabul ve tasdike icma ettikleri ve cihat-ı sittesinden nur-efşan bir kitaptır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

(Cihat-ı sitte: Altı cihet / Nur-efşan: Nur saçan)

Cümlenin mütalaasına geçmeden önce şu noktayı tekrar hatırlatalım:

Katre Risalesi Allah’ın vücub-u vücudunu ve vahdaniyetini ispat eden bir eserdir. Üstad Hazretleri, Allah’ın varlığına ikinci delil olarak Kur’an-ı Hakîm’i gösterdi. Kur’an-ı Hakîm Allah’ın varlığına delil olduğunda onun da hakkaniyetini ve kelamullah olduğunu ispat etmek iktiza etti. Zira Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu ispat edilmezse Allah’ın varlığına olan delaleti ve şehadeti askıda kalır. İşte bu sebeple Üstad Hazretleri, Kur’an’ın kelamullah olduğunun ispatına girişti. Mezkûr cümle ve metnin devamında gelecek cümleler bu iktiza sebebiyle yazılmıştır.

Şimdi cümlenin mütalaasını yapalım:

Üstad Hazretleri bir cümlede iki delil işledi:

1. Bütün akılların ve kalplerin Kur’an’ın hükümlerini kabul ve tasdik etmesi ve bu hususta bir icmanın bulunması.

Buradaki “akıllar” tabiriyle “asfiya” ve “kalpler” tabiriyle de” evliya” kastedilmiştir. Asfiya zümresine fakihler, müfessirler, muhaddisler, muhakkikler, mütekellimîn, âlimler, allameler ve bütün ehl-i tahkik girmektedir. Yine Kur’an’ın hükümlerinin doğruluğunu kabul eden batılı filozoflar ve hukema da bu zümreye dâhildir. Evliya zümresi zaten malumunuzdur.

Âmi insanların akıl ve kalpleri de bu manaya dâhil olabilir. Ancak saff-ı evvel önceki zümredir.

İşte bu iki zümre -yani akıl ve kalp sahipleri- Kur’an’ın hükümlerinin hak olduğunu kabul ve tasdik etmiş; bu kabul ve tasdikle de emsalsiz bir icmayı oluşturmuştur. Bu iki zümredeki bütün fertleri çürütemeyen, Kur’an’a ilişemez.

2. Kur’an’ın cihat-ı sittesinden (altı cihetinden) nur-efşan (nur saçan) bir kitap olması.

Üstadımız bu altı ciheti Yedinci Şua’da şöyle beyan ediyor:

“Kur’an’ın altı ciheti nuranidir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir.

– Evet, altında hüccet ve burhan direkleri,

– Üstünde sikke-i i’caz lem’aları,

– Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri,

– Arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavi hakikatleri,

– Sağında hadsiz ukul-ü müstakîmenin delillerle tasdikleri,

– Solunda selim kalplerin ve temiz vicdanların ciddi itminanları ve samimi incizapları ve teslimleri, Kur’an’ın fevkalade harika, metin ve hücum edilmez bir kal’a-i semaviye-i arziye olduğunu ispat ettikleri gibi…” (Yedinci Şua)

İşte Kur’an’ın cihat-ı sittesinden nur-efşan bir kitap olması budur. Metnin mütalaasını sizlere havale ediyor ve kendi metnimize devam ediyoruz.

Ve öyle bir Furkan-ı Hakîm’dir ki mazhar-ı vahiy olan resullerce mahz-ı vahiydir. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

(Mazhar-ı vahiy: Vahyin mazharı / Mahz-ı vahiy: Vahyin ta kendisi)

Kur’an’ın mazhar-ı vahiy olan resullerce mahz-ı vahiy olması şudur:

Vahyin mazharı olan -yani kendilerine vahiy inen- peygamberler, ümmetlerine her neyi haber vermiş, her neyi müjdelemiş ve her neyle korkutmuşsa, Kur’an da aynı şeylerden haber vermiş, aynı şeyleri müjdelemiş ve aynı şeylerle korkutmuştur. Mesela:

– Resuller Allah’a imana davet etmiş, Kur’an da Allah’a imana davet etmiş.

– Resuller tevhide çağırmış, Kur’an da tevhide çağırmış.

– Resuller ahiretten bahsetmiş, Kur’an da ahiretten bahsetmiş.

– Resuller kıyametten, haşirden, hesaptan haber vermiş, Kur’an da bunlardan haber vermiş.

– Resuller cenneti ve cehennemi anlatmış, Kur’an da bunları anlatmış.

– Resuller ümmetlerine ibadeti emretmiş, Kur’an da ibadeti emretmiş. Hatta bir kısım ibadetler aynıdır.

Bunlar gibi, resuller ümmetlerine her neyi haber vermişse, Kur’an da aynı şeyleri haber vermiş ve resuller ümmetlerine her neyi emretmişse, Kur’an da aynı şeyleri emretmiş.

İşte bu cihetle Kur’an, o zatların Allah’ın resulü olduklarını tasdik ettiği gibi, o resuller de Kur’an’ın kelamullah olduğunu tasdik etmektedir.

Başka bir ifadeyle: Kur’an’ın verdiği haberleri diğer peygamberlerin de haber vermesi ve Kur’an’ın emrettiği şeyleri diğer peygamberlerin de emretmesi, o peygamberlerin lisan-ı hâl ile Kur’an’ı tasdik etmeleridir. Dolayısıyla diğer peygamberleri inkâr edemeyen, Kur’an’ı da inkâr edemez.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Ehl-i keşif ve ilhamca ayn-ı hidayettir. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

(Ayn-ı hidayet: Hidayetin ta kendisi)

“Ehl-i keşif ve ilham” ifadesiyle, gayb perdesini izn-i İlahî ile yırtan ve kendisine ilham olunan Allah dostları kastedilmiştir. Bunlar da Kur’an’ın ayn-ı hidayet olduğunu -yani hidayetin ta kendisi olduğunu- tasdik ve kabul etmişlerdir.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Maden-i iman ve mecma-ı hakaiktir. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

(Mecma-ı hakaik: Hakikatlerin toplandığı yer)

İmanın ve tevhidin bütün mertebeleri Kur’an’da zikredilmiştir. Kur’an imanın ne olduğunu açıklamış, imanın mertebelerini ders vermiş ve talebelerini taklitten tahkike çıkarmıştır. Yine Kur’an kâinatı âdeta bir kitap gibi okumuş ve her eşya üzerinde tecelli eden esmâ-i İlahiyeyi göstermiştir. Kâinatı evirmiş, çevirmiş ve bütün eşyayı Allah’ın vücub-u vücuduna ve vahdaniyetine delil yapmıştır. İşte bu gibi cihetlerle Kur’an maden-i imandır.

Mecma-ı hakaik (hakikatlerin toplandığı yer) olmasını ise şu ayet-i kerime çok güzel ders vermektedir:

لَا يَأْتِيهِ الْبَاطِلُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِهِ تَنزِيلٌ مِنْ حَكِيمٍ حَمِيدٍ

“O Kur’an’a ne önünden ne de arkasından batıl gelemez. O, hakîm ve hamid olan Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussilet 42)

Evet, Kur’an’a batıl yanaşamaz; ne önünden gelebilir ne de arakasından… Böyle olunca da Kur’an mecma-ı hakaik olur. İçinde ne varsa hakikattir; Kur’an bütün hakikatlerin zarfıdır. Dolayısıyla Kur’an’ın hem âlem-i şehadete hem de âlem-i gayba dair verdiği bütün haberler haktır ve hakikattir.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Hükümleri delail-i akliye ile müeyyed ve fıtrat-ı selimenin şehadetiyle musaddaktır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

(Delail-i akliye: Akli deliller / Müeyyed: Teyit edilmiş, doğrulanmış / Musaddak: Tasdik edilmiş)

Kur’an’ın bütün hükümleri, bütün emir ve yasakları akli delillerle ispat edilmiş; bu hükümlerin hakkaniyeti bozulmamış selim fıtratlar tarafından tasdik edilmiştir. Yine Kur’an’daki emir ve yasakların hikmetine dair özel eserler telif edilmiştir. Faizin haram olmasındaki hikmetten tutun zekâtın farziyetindeki hikmete, içkinin haram olmasındaki hikmetten tutun taaddüd-ü zevcattaki hikmete kadar, Kur’an’ın bütün emir ve yasaklarındaki hikmetler akli delillerle izah edilmiştir.

Tabii kişinin fıtratı bozuksa ne kadar da anlatsanız onun fikri değişmez. Bizim sözümüz selim fıtrat sahiplerinedir ki onlar bu hükümlerin hakkaniyetine şehadet ederler.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Lisanü’l-gayb olup âlem-i şehadette nev-i beşeri  فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ  ile tevhide emir ve davet ediyor. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

(Lisanü’l-gayb: Gaybın lisanı)

Kur’an’ın “lisanü’l-gayb” olmasını şu misalle mütalaa edelim:

Bilim adamları demir madeninin Dünya’da oluşmadığını söylemektedir. Çünkü demirin oluşabilmesi için bir sıcaklığa ihtiyaç vardır. İhtiyaç duyulan bu sıcaklık Dünya’da olmadığı gibi, Güneş’te de mevcut değildir. Bu durumda -ister istemez- demirin dünyada oluşmadığı ve başka bir gezegende oluşup dünyaya indirildiği kaziyesi kabul edilir.

Aynen bunun gibi, Kur’an’a bakıyoruz, hiçbir beşer kelamına benzemiyor. İşte yazılan binlerce Arapça eser ortada… Lakin hiçbiri Kur’an’a benzemiyor. Hatta Kur’an belagatın dâhilerine meydan okumuş, “Benim bir suremin benzerini getirin.” demiş. Ancak hiçbiri -birbirlerine kuvvet vermelerine rağmen- Kur’an’ın bir suresine benzer getirememiş.

Bundan anlaşılıyor ki Kur’an, âlem-i şehadetin lisanı değildir. Bunu bir beşer yazmamıştır. Eğer bir beşer yazsaydı, diğer beşer kelamlarına benzer ve taklidi mümkün olurdu. Lakin olmamış…

Şimdi, demiri oluşturacak sıcaklık dünyada olmadığı için dedik ki:

— Bu demir başka bir yerden gelmiştir.

Aynen bunun gibi, Kur’an da bir beşer kelamına benzemediği ve hiçbir beşer Kur’an’ı taklit edemediği için diyoruz ki:

— Bu Kur’an âlem-i şehadetin lisanı değildir. Olsa olsa âlem-i gaybın lisanıdır.

Yine Kur’an âlem-i şehadetin lisanı olsaydı -yani onu bir beşer yazsaydı- sadece âlem-i şehadete ait mesailden bahsederdi. Dünya ve içindeki eşyadan; Güneş’ten, Ay’dan ve diğer yıldızlardan; gezegenlerden, karadeliklerden ve bunlar gibi mesailden bahsederdi.

Lakin bu Kur’an öyle bir kitaptır ki içinde sadece âlem-i şehadetin değil, âlem-i gaybın da mesaili vardır. Arş’tan Kürsî’ye, Sidretü’l-münteha’dan Cennetü’l-Me’vâ’ya, mahşer meydanından cennet sofralarına, sırattan cehennem döşeklerine kadar, âlem-i gaybın her meselesi içinde yazılmıştır.

— Böyle bir kitabın âlem-i şehadetin lisanı olması mümkün müdür?

Hayır, değildir. Bu kitap olsa olsa âlem-i gaybın lisanıdır.

Şu noktaya da dikkat çekmek isteriz:

Kur’an’ın âlem-i gaybın lisanı olmasını, Allahu Teâlâ sanki âlem-i gaybta bir yerde de oradan Kur’an’ı vahyetmiş şeklinde anlamamalıyız. Çünkü Allahu Teâlâ ne âlem-i gaybtadır ne de âlem-i şehadette; Allahu Teâlâ mekândan münezzehtir. Zatıyla hiçbir yerde olmadığı hâlde, isim ve sıfatlarıyla her yerde hâzır ve nâzırdır.

İnsan bilmediği hakikatleri bildiklerine kıyas ederek anlar; en azından anlamaya çalışır. Mesela cenneti tefekkür ederken, dünyadaki güzel mekânlara kıyas ederek tefekkür eder. Yine cehennemi tefekkür ederken, dünya ateşine kıyas ederek tefekkür eder. Belki de aralarında hiçbir benzerlik yok. Ancak tefekkürün bundan başka bir yolu da yok…

İnsanın önünde Allahu Teâlâ hakkında kabul etmesi gereken iki hakikat vardır ki bunların ne misli vardır ne de misali… Bunlar “zaman ve mekândan münezzeh olmak”tır. Zaman ve mekânla kayıtlı olan insanın zaman ve mekândan münezzeh oluşu anlayabilmesi mümkün değildir. Hatta bırakın anlamayı, yanına yaklaşması bile mümkün değildir.

— Peki, anlaması ve idrak etmesi gerekir mi?

Asla gerekmez. İnsana gereken şey, iman edip tasdik etmesidir. İnsan Allahu Teâlâ’nın zamandan ve mekândan münezzeh olduğuna iman eder, tasdik eder; ancak bu vasıfların künhüne ulaşamaz. Zaten iman da bu değil midir?

Madem söz buraya geldi; Allah’ın mekândan münezzeh oluşuna dair bir delili sunmak da bize vacip oldu. Bu hakikati akla şöyle yaklaştırabiliriz.

Size sorsam:

— Allah ezelî midir?

Elbette cevap olarak dersiniz ki:

— Evet, Allah ezelîdir. Yani sonradan var olmamış; başkası tarafından yaratılmamış; bizatihi kaimdir.

Şimdi şöyle sorsam:

— Peki, madde ezelî midir?

Buna da cevap olarak dersiniz ki:

— Hayır, madde ezelî değildir. Madde Allah tarafından yaratılmış ve sonradan var olmuştur.

Buraya kadar iki meselede hemfikiriz:

1. Allah’ın ezelî olduğu.

2. Maddenin ezelî olmayıp sonradan var olduğu.

Şimdi en önemli soruyu soruyorum:

— Allah ezelî, madde ise ezelî olmadığına göre, Allah ezelde neredeydi?

Cevabınız ne olacak? Ya diyeceksiniz ki:

— Allah mekândan münezzehtir. Zatıyla hiçbir mekânda olmadığı hâlde, isim ve sıfatlarıyla her yerdedir.

Ya böyle diyecek ve Allah’ın mekândan münezzeh olduğunu kabul edeceksiniz. Ya da Allah’a bir mekân isnat edeceksiniz. Ancak bunu yaptığınızda o mekânın da ezelî olduğunu kabul etmek zorunda kalırsınız. Çünkü ezelî olan bir zat sonradan var olan bir mekânla kaim olamaz. Ezelî zat ya mekândan münezzeh olmalı ya da o mekân ve madde ezelî olmalı. Bunun başka bir yolu yoktur!

Son cümlenin mütalaasında ilk önce Kur’an’ın “âlem-i gaybın lisanı” olması üzerine konuştuk. Sonra da yanlış bir anlamaya mahal vermemek için, Allah’ın âlem-i gaybta olmadığını çünkü mekândan münezzeh olduğunu izah ettik.

Üstadımız diyor ki: İşte bu Kur’an nev-i beşeri  فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ  ile tevhide emir ve davet ediyor.

Üstad Hazretlerinin hakikatleri ispattaki usulüne hayran olmamak mümkün değil! Üstadımız ilk önce Kur’an’ı Allah’ın varlığına delil yaptı. Sonra Kur’an’ın kelamullah olduğunu ispat etti. Meseleyi tamamlarken de tekrar ana maksada vurgu yaparak şöyle dedi:

— İşte bu Kur’an nev-i beşeri  فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ  ile tevhide emir ve davet ediyor.

Bununla da Kur’an’ın şehadetini tamamladı.

Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:

Ve öyle bir Furkan-ı Hakîm’dir ki bütün akıllar ve kalpler hükümlerini kabul ve tasdike icma ettikleri ve cihat-ı sittesinden nur-efşan bir kitaptır.

Ve öyle bir Furkan-ı Hakîm’dir ki mazhar-ı vahiy olan resullerce mahz-ı vahiydir. Ehl-i keşif ve ilhamca ayn-ı hidayettir. Maden-i iman ve mecma-ı hakaiktir. Hükümleri delail-i akliye ile müeyyed ve fıtrat-ı selimenin şehadetiyle musaddaktır. Lisanü’l-gayb olup âlem-i şehadette nev-i beşeri  فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ  ile tevhide emir ve davet ediyor. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin