27. Maahâzâ, vahidin kesrete yaptığı vaziyet ve maslahatı, kesret çok meşakkatlerden…
Katre mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Maahâzâ, vahidin kesrete yaptığı vaziyet ve maslahatı, kesret çok meşakkatlerden sonra yapabilir. Mesela bir kumandanın pek çok neferlere verdiği intizam vaziyetini, o neferlere verilse suhuletle yapamazlar. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
(Maahâzâ: Bununla birlikte / Vahid: Tek olan / Kesret: Çokluk)
Bir kişinin kesretteki tasarruf ve idaresi, kesretin bir kişideki tasarruf ve idaresinden çok daha kolaydır. Yine bir kişinin kesretteki tasarruf ve idaresi, kesretin kesretteki tasarruf ve idaresinden çok daha kolaydır.
Üstadımız bu hakikate kumandan örneğini verdi. Şöyle ki:
Bir kumandan binlerce askeri kolayca sevk ve idare edebilir. Hâlbuki on kumandan bir askeri kolayca sevk ve idare edemez. Zira bir kumandan askere otur der, diğer kumandan kalk der; birisi koş der, diğeri uyu der… Emirlerin birbirine böyle muhalif olması neticesinde asker şaşırır, ne yapacağını bilemez.
Yine bir kumandan binlerce askeri tek başına kolayca idare edebilir. Eğer aynı vaziyetin husulü askerlere havale edilse ve askerlerin kendi başlarına bu vaziyeti oluşturmaları istense -askerlik yapanlar hakka’l-yakin bilir ki- bu vaziyeti oluşturmaları neredeyse imkân haricindedir.
Üstadımız bu misalden şu hakikate çıkıyor:
Demek, Hâlık-ı Vahid’e yapılan isnadda, zahiren bu’d ve garabet varsa da esbab ve kesrete edilen isnadda, muzaaf olarak müteselsil muhaller vardır. Şöyle ki: (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
(Bu’d: Uzaklık / Muzaaf: Katmerli / Müteselsil: Zincirleme)
Kâinat ve içindeki eşya Hâlık-ı Vahid olan Allahu Teâlâ’ya isnad edilirse -yani kâinatı ve içindeki eşyayı Allah yarattı denilirse- zahiren kabulde bir zorluk olabilir. Koca kâinatın tek bir elden icadını ve tasarrufunu bazı akıllar kabul etmekte zorlanabilir. Ancak kâinatın icadı esbaba ve tabiata havale edilirse, bundaki zorluk kat ve kat daha fazladır ve bu fikrin içinde çok muhaller vardır.
O vakit yol ikidir: Ya kâinatı Allah yarattı ya da esbab ve kesret yarattı. Allah’ın yarattığı şık kabul edilir ve kâinat Allah’a isnad edilirse -zahiren bu’d ve garabet gözükse de- izahı ve kabulü mümkündür ve içinde hiçbir muhal yoktur. Eğer ikinci şık kabul edilip kâinat esbaba ve kesrete isnad edilirse, bunun izahı ve kabulü mümkün olmadığı gibi, içinde de çok muhaller vardır.
Üstadımız bu muhallerden bir kısmını şöyle beyana başlıyor:
Her bir zerrede, Vâcibü’l-vücud’un sıfatlarını farz etmek lazım geliyor. Çünkü nakıştaki kemal, sanattaki hüsün o sıfatları ister. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Bu cümleyi anlayabilmek için ilk önce şu kaideyi bilmeliyiz: İsimler müsemmasız, sıfatlar mevsufsuz olamaz. Yani eğer bir isim varsa, o ismi taşıyan bir fert olmak zorundadır. Bir sıfat varsa, o sıfatın sahibi olmalıdır. İsimler ve sıfatlar sahipsiz olamaz.
Şu âlemde ve her bir varlık üzerinde Allah’ın isim ve sıfatları gözükmektedir. Allah inkâr edilse de bu isim ve sıfatlar inkâr edilemez. Çünkü bunları göz görmektedir.
Allah’ın inkâr edilmesi durumunda bu isim ve sıfatların varlıklara verilmesi gerekir. Çünkü isimler müsemmasız, sıfatlar mevsufsuz olamaz. Ortada bir isim ve sıfat var; bunun sahibi Allah değilse kimdir? Ya varlığın kendisidir, ya tabiattır, ya da sebeplerdir. İlla bir sahibi olmalı… Çünkü nakıştaki kemal, sanattaki hüsün o sıfatları ister. Yani o sıfatlara sahip olunmadan, kemal mertebedeki şu nakışlara ve şu güzel sanatlara sahip olunamaz.
Meseleyi bir misalle somutlaştıralım:
Bir kağıda bir A harfi yazıldığını farz edelim. Bu A harfi birçok isim ve sıfatı kendisinde göstermekte, kâtibinin bu isim ve sıfatlara sahip olduğunu ispat etmektedir. Mesela:
– Bu A harfi yoktu, var oldu. Varlığı yokluğuna tercih edildi. Varlığının yokluğuna tercihi ancak irade sahibi bir kâtibin tercihiyle olabilir. İradesi olmayan, A harfinin varlığını yokluğuna tercih edemez. İşte bu durum, kâtibinin irade sahibi olduğunu göstermektedir.
– İrade sahibi olabilmek için ilk önce hayat sahibi olmak gerek. Hayatı olmayanın iradesi olur mu? Elbette olmaz. İşte A harfi varlığıyla, kâtibinin hayat sahibi olduğunu göstermektedir.
– Yine bu A harfi manalı bir harftir, alelade bir çizgi değildir. Demek, onu yazan harfleri tanıyor, biliyor. Bu da ispat eder ki: A harfinin kâtibinin bir ilmi vardır.
– Sadece ilim sahibi olması da yetmez. Kudret sahibi de olmalıdır. Eğer kâtibinin hayatı olsa, iradesi olsa, ilmi olup A harfini yazmayı da bilse ama kâtibi felçli olsa, elini oynatamasa -yani kudreti olmasa- A harfini yazabilir miydi? Elbette yazamazdı. İşte A harfi varlığıyla, kâtibinin kudret sahibi olduğunu göstermektedir.
– Yine A harfi o kadar düzgün yazılmış ki bu harfi yazanın görmesi gerekir. Eğer kâtibi âmâ olsaydı, bu kadar düzgün yazamaz; A harfinin bir çizgisi uzun, diğer çizgisi kısa olurdu. Ama böyle olmamış, tam bir intizam var. Demek, A harfinin kâtibi görme sahibidir.
– Yine A harfi bir gayeye matuf yazılmış bir harftir, gelişigüzel çizilmiş bir çizgi değildir. Demek, A harfinin kâtibi hikmet sahibidir. Bu harfi bir gayeye matuf yazmış. Bir gayeyi takip etmek ancak hikmet sahibi olmakla mümkündür.
İşte bunlar gibi daha birçok sıfatla, A harfi kâtibini gösterip onu tarif eder ve lisan-ı hâliyle der ki: Bu sıfatlara sahip olmayan bana kâtip olamaz.
Şimdi birisi çıksa ve: “Bu A harfinin kâtibi yoktur. A harfi kendi kendine oldu.” dese, bu durumda, A harfinde gözüken sıfatları harfin kendisine vermek zorundadır. Çünkü ortada sıfatlar vardır ve bu sıfatlara sahip olunmadan A harfine sahip olunamaz. Bu sıfatlar muhakkak birisine verilmelidir. Eğer A harfinin kendi kendini yaptığı kabul edilirse, bu harfin irade sahibi, hayat sahibi; ilim, kudret, irade ve hikmet sahibi olduğu ve diğer isim ve sıfatları taşıdığı kabul edilmek zorunda kalınır. Yani kâtibinde olan bütün sıfatlar A harfinin kendisine verilir.
Eğer “A harfini kalemin kendisi yazmış.” denilirse, bu durumda da mezkûr sıfatlar kaleme verilmek zorundadır.
— Gördünüz mü kâtibi kabul etmeyen, neyi kabul etmek zorunda kalıyor?
Aynen bunun gibi, şu âlemdeki her bir varlık, A harfi gibi, bir harf hükmündedir. Belki kudret kalemiyle yazılmış İlahî bir kelimedir. Üzerinde Allah’ın binbir ismi ve sıfatları yazılmıştır. Eğer Allah inkâr edilirse, bu isim ve sıfatlar varlıklara, tabiata veya sebeplere verilmek zorundadır. Bu durumda da nihayetsiz ilahları kabul etme mecburiyeti ortaya çıkar. Çünkü bu sıfatları taşıyana ilah denir. Kim taşıyorsa ilah odur. Biz, “Allah taşıyor, bizim ilahımız odur.” diyoruz. Eğer birisi “Allah yoktur.” derse, bu isim ve sıfatları varlıklara vermeli ve varlıkları ilah kabul etmelidir. Bu her varlık için hatta her bir zerre için böyledir.
Dilerseniz bu hakikati hücre üzerinde tefekkür edelim:
Hücre mahiyeti ve işleviyle bir mucizedir. Sadece içinde bulunan DNA’ya baksak hayret içinde kalırız. Her bir hücrede binlerce DNA vardır. Göz renginden tutun parmak izine kadar, insanın sesinden tutun saç yapısına kadar, bütün bilgiler bu DNA’larda kodlanmıştır.
Bir tek hücrede bulunan DNA molekülleri, her biri 20.000 sayfayı ihtiva eden 46 ciltlik dev bir ansiklopediye benzer ve bu kadar bilgiyi ihtiva eder. İnsanda ise 60 trilyon hücre vardır. Dünyanın en büyük ansiklopedisi Ana Britanica olup, 40.000 sayfadan oluşmaktadır. Bir tek DNA’da ise bu ansiklopedideki bilgilerden 25 kat daha fazla bilgi vardır. Ve bu DNA’lar, mikroskopla yüzlerce defa büyütüldükten sonra ancak görülebilen hücrelere yerleştirilmiştir.
İşte hücrede ve içindeki DNA’larda Allah’ın Alîm, Kadîr, Basîr, Hakîm, Hafîz, Rahîm gibi, binbir ismi tecelli etmektedir. Eğer Allah inkâr edilirse, bu isimler hücrenin kendisine ya da hücreyi oluşturan zerrelere verilmelidir. Çünkü isimler müsemmasız, sıfatlar mevsufsuz olamaz. Bu durumda karşımıza, uluhiyet isim ve sıfatlarıyla mevsuf bir hücre ya da zerreler çıkar. Biz bu isim ve sıfatlara sahip olana “Allah” diyoruz. “Bu isim ve sıfatlar hücrenindir ya da zerrelerindir.” diyen kişi de hücreyi ve zerreleri ilah kabul etmek ve “Bu hücre ilahtır.” veya “Bu zerreler ilahtır.” demek zorundadır. Başka bir yolu yoktur.
Gördünüz mü tek bir Allah’ı kabul edemediler, bunun neticesi olarak, varlıklar hatta atomlar adedince batıl ilahları kabul etmek zorunda kaldılar!
Üstadımız küfrün içindeki muhâlâta devam edecek. Bizler dersi çok uzatmamak için diğer muhalleri sonraki derse havale ediyor ve dersimizi burada noktalıyoruz.
Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:
Maahâzâ, vahidin kesrete yaptığı vaziyet ve maslahatı, kesret çok meşakkatlerden sonra yapabilir. Mesela bir kumandanın pek çok neferlere verdiği intizam vaziyetini, o neferlere verilse suhuletle yapamazlar.
Demek, Hâlık-ı Vahid’e yapılan isnadda, zahiren bu’d ve garabet varsa da esbab ve kesrete edilen isnadda, muzaaf olarak müteselsil muhaller vardır. Şöyle ki: Her bir zerrede, Vâcibü’l-vücud’un sıfatlarını farz etmek lazım geliyor. Çünkü nakıştaki kemal, sanattaki hüsün o sıfatları ister. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Yazar: Sinan Yılmaz