39. Maahâzâ, şerike bir mahal, bir makam, bir imkân-ı zatî yoktur…
Katre mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Maahâzâ, şerike bir mahal, bir makam, bir imkân-ı zatî yoktur. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
(Maahâzâ: Bununla birlikte / Şerik: Ortak / Mahal: Yer / İmkân-ı zatî: Zatının mümkün olması)
Bazı şeylerin varlığı -o şey olmasa da- imkân dairesindedir. Mesela deniz kızının vücudu imkân dairesindedir. Evet, şimdiye kadar hiç kimse bahusus hiçbir balıkçı deniz kızını görmemiştir. Bu sebeple, “Deniz kızı vardır.” denilemez. Ancak “Varlığının imkân-ı zatîsi vardır.” denilebilir. Çünkü varlığı mümkündür ve imkân dairesindedir.
Şu âlemde bir şerikin olmasının ise imkân-ı zatîsi dahi yoktur. Yani bu, imkân haricindedir. Velev ki milyarda bir ihtimal dahi olsa varlığına ihtimal verilemez; böyle bir şey düşünülemez. Şerike ne bir mahal, ne bir makam ve ne de bir imkân-ı zatî vardır.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Ve şerikin vücudu hakkında ne bir delil ve ne de bir delilden neşet eden bir ihtimal ve ne de bir emare ve kâinatın hiçbir cihetinde şerike bir mevzi yoktur. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Kimisi putları Allah’a ortak koşmuş, kimisi yıldızları ve güneşi… Kimisi ateşi Allah’a ortak koşmuş, kimisi şimşeği ve ineği…
— Peki, bu tapmalar ve bu ilah edinmeler bir delilden mi neşet etmiş?
Hayır! Bu mevhum şerikler hakkında ne bir delil ne de delilden neşet eden bir ihtimal ve emare vardır. Kâinatın hiçbir yerinde şerike bir mevzi yoktur.
Şeriklerin bir delil ve emareden neşet etmediğini Kur’an şöyle beyan ediyor:
أَمَّنْ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَمَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ أَإِلَهٌ مَعَ اللَّهِ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
O putlar mı daha hayırlıdır yoksa ilk olarak mahlukatı yaratmaya başlayan, sonra o yaratmayı iade eden ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran Allah mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? De ki: Eğer iddianızda doğru kimseler iseniz delilinizi getirin! (Neml 64)
Ayetteki “Delilinizi getirin.” ifadesini Üstadımız burada âdeta tefsir etmiş. Kur’an, şerikin bir delilden neşet etmediğini ve buna bir delil getirilemeyeceğini beyan ediyor. Üstadımız da diyor ki:
— Şerikin vücudu hakkında ne bir delil ve ne de bir delilden neşet eden bir ihtimal ve ne de bir emare ve kâinatın hiçbir cihetinde şerike bir mevzi yoktur.
Üstadımızın beyanıyla ayet-i kerime arasındaki benzerliği gördünüz mü? Risale-i Nurlar Kur’an’dan süzülmüştür ve Kur’an’ın bir mucize-i maneviyesidir. İnşallah bir fırsat bulabilirsem, bir risale seçip o risaledeki cümlelerin ayet karşılıklarını göstermek istiyorum. Sizler de dua buyurun, bu çalışmayı Rabbim bana nasip etsin.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Bilakis hangi şeye, hangi cihete bakılırsa tevhid sikkesi görünür. Demek, müessir-i hakiki ancak ve ancak Allah’tır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
(Sikke: Mühür, damga)
Üstadımız Lem’alar Risalesi’nde şöyle demişti:
— Bakınız, her bir masnuun yüzünde öyle bir sikke vardır ki ancak her şeyi halk eden Hâlık’a mahsustur. Ve her bir mahlukun cephesinde öyle bir hâtem vurulmuştur ki her şeyi yapan Sâni’den maada kimsede o hâtem bulunmaz. Ve kudretin neşrettiği mektuplarından her bir mektubun ahirinde taklidi kabil olamayan öyle bir turra vardır ki ancak Sultan-ı Ezel ve Ebed’e hastır.
Üstadımız böyle demiş ve sonra o sikkelerden bir kısmını beyan etmişti. Biz de Lem’alar Risalesi’nin mütalaasında bu sikkeleri mütalaa etmiştik. Bu sikkelerin neler olduğunu öğrenmek isteyenleri Lem’alar Risalesi’nin mütalaasına havale ediyoruz. Lem’alar Risalesi baştan sona bu sikkelerin işlendiği bir risaledir.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Evet, insan kâinatın en eşrefi ve esbab içinde ihtiyarı en geniş olduğu hâlde, ef’al-i ihtiyariyesi içinde yemek ve içmek gibi en âdi bir fiilinde, yüz cüzünden ancak bir cüzü insana ait olabilir. Esbabın sultanı olan insan böyle eli bağlı, tesirsiz olursa öteki esbab-ı camide ne halt edebilir? (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
(Ef’al-i ihtiyariye: Kulun kendi iradesiyle yaptığı fiiller / Esbab-ı camide: Cansız sebepler)
İnsan en basit fiillerine bile sahiplik iddiasında bulunamaz. Üstadımız bu hakikate insanın yeme-içme fiilini örnek gösterdi. Dilerseniz, bu fiil üzerine biraz tefekkür edelim:
Yutma esnasında küçük dil ve yumuşak damak yukarı doğru kalkarak burun boşluğuna giden yolu kapatır. Nefes alıp verme ise refleks olarak durur. Aynı anda gırtlakta bulunan ikinci bir yapı akciğere giden nefes borusunu kapatır. Bu yapılar lokmanın yemek borusuna girmesinden sonra tekrar eski hâllerine dönerler. Bizim ise bu olayların hiçbirinden haberimiz olmaz.
Yutma işlemi bu kadarla da bitmez. Asıl zor olan bölüm bundan sonradır. Ağızda kalan un gibi dağılan besin maddelerini yutmak fevkalade güçtür. Bu güçlüğü önlemek için ilk önce parçacıkların birleştirilmesi ve belirli büyüklüklerde kaygan lokmalar hâline getirilmesi gerekir. Dilimizin altına yerleştirilmiş olan tükürük bezleri ürettikleri salgıyı ağza akıtırlar. Tükürük bezlerinin en küçükleri olan 2-3 gram ağırlığındaki dil altı tükürük bezleri koyu kıvamlı mukoz bir sıvı salgılar. İşte bu sıvı parçalanmış besin maddelerini birbirine yapıştırarak bir lokma hâline getirir. Daha sonra lokmanın etrafı da sarılarak kayganlaştırılır. Yutulması gayet kolaylaşan bu lokmanın yutma işleminin başlatılması ise bize kalan tek görevdir.
Evet, insan en basit bir fiili olan yutma işleminin bile yüz cüzünden sadece bir cüzüne sahip; o da yutmayı başlatmak. O hâlde ey Allah’a şerik ittihaz eden kâfir! Şimdi şu sorularımıza cevap ver:
1. Küçük dile ve yumuşak damağa, burun boşluğuna giden yolu kapatma emrini kim veriyor? Biz vermiyoruz… O hâlde bize bizden daha çok merhamet eden kim?
2. Nefes alıp verme işi refleks olarak duruyor. Bu sistemi kim kurdu? Bu sistemi kuranın bizden haberdar olup bize acıması gerekir. Allah’tan başka bizi tanıyıp acıyan ve bu sistemi kurmaya gücü yeten kim?
3. Yutma işleminde nefes borusu da bir yapı tarafından kapatılıyor. Eğer kapatılmazsa ve lokma nefes borusuna kaçarsa bu, ölümle sonuçlanabilir. Bu önlemi bizler için kim alıyor?
4. Tükürük bezlerini dilimizin altına kim yerleştirdi?
5. Besinleri birbirine yapıştıracak salgıyı üretmeyi hangi kimyagerden ders aldılar?
6. İnsan fiillerine sahip çıkamaz, “Ben bunları kendi irademle yapıyorum.” diyemez. Zira en basit fiillerinden bile habersizdir. O hâlde vücud makinesini haberimiz olmadan, bizim için mükemmel bir surette çalıştıran kim?
Allah, Allah, Allah…
Ve son sorumuz da şu:
— Esbabın sultanı olan insan böyle eli bağlı, tesirsiz olursa öteki esbab-ı camide ne halt edebilir?
Üstadımız bu delili şöyle neticelendiriyor:
İşte kâinat şu hakikatten tebarüz eden vücud ve vahdet lisanıyla اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ yu tilavet eder. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
(Tebarüz eden: Belli olan, görülen)
Kâinat ve içindeki her bir mahluk birçok lisanla -Üstadımız en az elli beş lisan diyor- Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder. Mesela hayat verilmesi lisanı, terbiye lisanı, suret verilme lisanı, rızıklandırılma lisanı, intizam ve mizan lisanı, bu lisanlardan bazılarıdır.
Bu lisanlardan iki tanesi de “vücud” ve “vahdet” lisanlarıdır. Her bir mahluk vücud lisanıyla “Allah’ın varlığına”, vahdet lisanıyla da “Allah’ın birliğine” şehadet eder. Bu şehadeti de اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ yu tilavet ederek ilan eder. Tabii duymasını bilenlere…
Dersimizin bu son kısmından ödevimiz şu olsun:
Mahlukatın اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ yu tilavet ettiklerini iman kulağıyla işitelim. Daha sonra biz dahi onlara aynı kelamla iştirak edelim. Kâinatı bir meclis-i zikir suretinde tasavvur edip, kendimizi bu zikir meclisinin serzâkiri şeklinde görelim. Allah fikrinize kuvvet versin!
Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:
Maahâzâ, şerike bir mahal, bir makam, bir imkân-ı zatî yoktur. Ve şerikin vücudu hakkında ne bir delil ve ne de bir delilden neşet eden bir ihtimal ve ne de bir emare ve kâinatın hiçbir cihetinde şerike bir mevzi yoktur. Bilakis hangi şeye, hangi cihete bakılırsa tevhid sikkesi görünür. Demek, müessir-i hakiki ancak ve ancak Allah’tır.
Evet, insan kâinatın en eşrefi ve esbab içinde ihtiyarı en geniş olduğu hâlde, ef’al-i ihtiyariyesi içinde yemek ve içmek gibi en âdi bir fiilinde, yüz cüzünden ancak bir cüzü insana ait olabilir. Esbabın sultanı olan insan böyle eli bağlı, tesirsiz olursa öteki esbab-ı camide ne halt edebilir?
İşte kâinat şu hakikatten tebarüz eden vücud ve vahdet lisanıyla اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ yu tilavet eder. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Yazar: Sinan Yılmaz