58. Nübüvvet, sıfat-ı rububiyete nâzır ve mazhar olduğundan umumi bir câmiiyete maliktir…
Katre mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Nübüvvet, sıfat-ı rububiyete nâzır ve mazhar olduğundan umumi bir câmiiyete maliktir. Velayet ise hususi ve cüz’îdir. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Rububiyet: Allah’ın mahlukatı yaratması, öldürmesi, beslemesi, ona suret vermesi, onu aza ve cihazlarla donatması, vazifesini öğretmesi, hâlden hâle şekilden şekle sokması, onu evirmesi, çevirmesi ve onda tasarrufta bulunmasıdır.
Bu, maddi rububiyettir. Bir de manevi rububiyet vardır ki o da insanı, insan-ı kamil yapması ve ahsen-i takvim sırrına ulaştırmasıdır.
Peygamberler Allah’ın bu manevi rububiyetine tam bir mazhar ve mir’at (ayna) olmuştur. Velilerde ise bu rububiyet hususi ve cüz’îdir. Üstad Hazretleri aradaki farkı şöyle beyan ediyor:
Aralarındaki nispet رَبُّ الْعَالَمٖينَ ile رَبّٖى arasındaki nispet gibidir ki birisinde izafe umumidir, ötekisinde hususidir. Veya arzdan arşa olan miraçla secdedeki miraç arasında veya arş ile kalp arasındaki nispet gibidir. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Üstadımız nübüvvet ile velayet arasındaki farkı üç misalle beyan etti. Bu misallere girmeden önce, “Birisinde izafe umumidir, ötekisinde hususidir.” cümlesinin izahını yapalım:
İzafet Arapçada isim tamlamasıdır. İsim tamlamasının da iki ögesi vardır: Muzaf ve muzafun ileyh.
رَبُّ الْعَالَمٖينَ izafetinde رَبُّ muzaf, الْعَالَمٖينَ ise muzafun ileyhtir. Buradaki izafet umumidir; mana “âlemlerin rabbi” şeklindedir.
رَبّٖي izafetinde ise رَبُّ muzaf, ي muzafun ileyhtir. Buradaki izafet hususidir; mana “benim rabbim” şeklindedir.
İzafeti bu şekilde izah ettikten sonra, şimdi sıra geldi iki izafet arasındaki farka. Bu farkı bir temsille akla yaklaştırmaya çalışalım:
Bir sultan düşünelim… Bu sultan geniş topraklara, büyük ve güçlü ordulara ve akıl almaz zenginliklere sahip olsun. Bu sultanın, biri şahsi hayatı ve özel ilgileri, diğeri ise ülkenin sultanı olması cihetiyle iki farklı yönü vardır.
Bu sultan mesela edebiyata ilgi duyuyor olsun. Bu sahada yetişmiş büyük bir şairle, hususi telefonuyla görüşüp sohbet ettiğinde, bu sohbet hususidir. Bütün memleketin sultanı olması cihetiyle değil, sadece “o kişinin sultanı olması” mertebesiyle ve o sanata ilgi duyması cihetiyledir. Bu sohbetin meyvesi de yine o sohbete ait kalır, başkalarını ilgilendirmez.
Bu sultanın devletin idaresini ilgilendiren bir konuda, yüksek bir makam sahibiyle, mesela bir veziriyle görüşmesinde ise durum çok farklıdır. Bu görüşme umumu ilgilendirmektedir ve neticesinde alınan kararlar da umuma tatbik edilir. Bu görüşmenin de çok mertebeleri vardır. Mesela bu sultan falan şehrin valisiyle görüşüyorsa, bu görüşme “o şehrin sultanı olması” cihetiyle bir görüşmedir ve konuşmalar o şehrin meselelerine aittir. Eğer sultan vezirle görüşüyorsa, bu görüşme “umum memleketin sultanı” ünvanıyla bir görüşmedir. Bu görüşme, ülkenin büyük makam sahiplerinin de katıldığı azametli bir içtimayla yapılır. Alınan kararlar da bütün ahaliyi ilgilendirir ve kapsar.
Şimdi bu misal dürbünüyle hakikate bakalım:
Allahu Teâlâ da bazı kullarıyla hususi bir şekilde konuşur. Bazı kullar şahsi ibadetlerinde büyük titizlik gösterip, haramlardan ve günahlardan kaçınarak Allah’ın rızasına nail olurlar. Allah’ın böyle bir kulun kalbine ilhamda bulunması, onunla bir nevi konuşmasıdır ve bu konuşma “o kişinin rabbi” ünvanıyladır. Bakın, “âlemlerin rabbi” ünvanıyla konuşmuyor; “o kişinin rabbi” ünvanıyla konuşuyor. Bu farkı çok iyi anlayalım!
Allah’ın, kullarıyla farklı mertebede konuşmaları vardır. Mesela bir veli kul ilim ve irfanda yüksek mertebelere çıkıp insanlara hakkı anlatmakla vazifeli kılındığında, Allah’ın onunla konuşması “bulunduğu beldenin rabbi” ünvanıyladır. Bakın, yine “âlemlerin rabbi” ünvanıyla konuşmuyor; “o beldenin rabbi” ünvanıyla konuşuyor ve oradaki insanlara faydalı olması için kendisine ilim ve hikmet ilham ediliyor.
Allah’ın insanlarla konuşması kemaliyle peygamberlerde tezahür eder. Bu tezahür de yine farklı derecelerde olur. Rivayetlerde yüz yirmi dört bin peygamberin gönderildiği ifade edilmektedir. Bunların bir kısmı küçük bir kavmin irşadıyla vazifelidirler ve Allah’ın onlarla vahiy yoluyla konuşması “o kavmin rabbi olması” ünvanıyladır. Kitap sahibi peygamberlerde bu konuşma çok daha ileri derecede tahakkuk eder ama yine de zamanla ve o kavimle sınırlıdır.
Bu noktada en geniş daire ahir zaman peygamberliği dairesidir ve zaman olarak da kıyamete kadar devam edecek bir tebliğ ve irşad söz konusudur. Bu en geniş dairenin irşadıyla, bütün enbiyanın sultanı olan Peygamberimiz (a.s.m.) görevlendirilmiş ve kendisine en büyük ve en son kitap olan Kur’an’la hitap edilmiştir.
Demek, Cenab-ı Hakk’ın Peygamberimize ilham etmesi ve onunla konuşması “âlemlerin rabbi olması” ünvanıyladır. Yine Peygamberimizin miraçta Allah’ın hitabına muhatap olması, “bütün insanların reisi ve imamı olması” cihetiyledir.
Bediüzzaman hazretleri miraç için, “Bütün kâinatın rabbi ismiyle, bütün mevcudatın hâlıkı ünvanıyla, Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münacatına müşerrefiyettir.” buyurmakla, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın bu yüksek derecesini çok güzel ifade etmiştir.
Elbette ki her bir insan kendi kalp telefonundan, kendi makamına göre rabbiyle konuşup ilhama mazhar olabilir. Ancak Allahu Teâlâ’ya “bütün âlemlerin rabbi” ünvanıyla muhatap olmak çok başka bir şereftir. Bu şerefe de başta Peygamberimiz (a.s.m.) ve diğer nebiler mazhar olmuştur.
Üstadımız nübüvvet ile velayet arasındaki farkı üç misalle kıyas etti:
1. Aralarındaki nispet رَبُّ الْعَالَمٖينَ ile رَبّٖى arasındaki nispet gibidir.
2. Veya arzdan arşa olan miraçla secdedeki miraç arasındaki nispet gibidir.
3. Ya da Arş ile kalp arasındaki nispet gibidir.
Bu üç misalin tefekkürünü sizlere havale ederek dersimizi burada noktalıyoruz. Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:
Nübüvvet, sıfat-ı rububiyete nâzır ve mazhar olduğundan umumi bir câmiiyete maliktir. Velayet ise hususi ve cüz’îdir. Aralarındaki nisbet رَبُّ الْعَالَمٖينَ ile رَبّٖى arasındaki nisbet gibidir ki birisinde izafe umumidir, ötekisinde hususidir. Veya arzdan arşa olan miraçla secdedeki miraç arasında veya arş ile kalp arasındaki nisbet gibidir. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Yazar: Sinan Yılmaz