a
Ana SayfaKatre72. Dördüncü Hakikat: Ey nefis! Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâni’in ispatına…

72. Dördüncü Hakikat: Ey nefis! Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâni’in ispatına…

Katre mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Dördüncü Hakikat: Ey nefis! Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâni’in ispatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Buradaki “İhtiyaç yoktur.” ifadesini, “Hariçten delil toplamayalım.” manasında anlamamak gerekir. Çünkü Üstadımız Katre’nin başında, kâinatın uzak çöllerine gidip Allah’ın ispatına dair delilleri toplamış ve bizlerin istifadesine sunmuş. Yine Lem’alar Risalesi’nde ve Lâsiyyemalar Risalesi’nde bu delilleri kaydetmiş. Ayrıca 7. Şua, 33. Söz ve Münacat gibi risalelerde de âfâkî delilleri işlemiş.

Demek, “İhtiyaç yoktur.” ifadesi, “Âfâki delilleri mütalaaya gerek yoktur. Enfüsi deliller yeterlidir.” manasında değildir.

Bunun manası şudur: Nasıl ki kâinat her bir zerresiyle Allah’ın vücub-u vücudunu ispat ediyor. Aynen bunun gibi, insanın bedeni ve cismi dahi aynı delilleri okuyor ve aynı tarzda vücub-u vücudu ispat ediyor. Kim kendi nefsini okusa, kâinatta tecelli eden delilleri görür; küçük bir mikyasta bu delilleri nefsinde müşahede eder. Mesela:

– Kâinatın uzak çöllerine gidip Allah’ın varlığını ispat için bulduğu “intizam delilini” cisminde de bulabilir.

– Kâinatta gördüğü “mizan delilini” nefsinde de görebilir.

– Âlemde keşfettiği “hudus delilini” kendinde de keşfedebilir.

– Kâinatta bulduğu; imkân delilini, inşa delilini, mizan delilini; rızıkların verilmesi, elbiselerin dikilmesi, varlıkların terbiye edilmesi, her birine mahsus bir suret verilmesi gibi delilleri cisminde de bulabilir.

Zira insan, misal-i musaggar-ı kâinattır; kâinat dahi insan-ı kebirdir.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak! (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Şimdi, cismimizde temerküz edeceğiz. O cisim ki bir kulübecik hükmündedir. Ruh bu kulübeciğe gelmiş ve misafir olmuştur. Bu kulübecik hadsiz maddi cihazlarla teçhiz edilmiş ve manevi latifelerle donatılmıştır…

Şimdi, kendimizi okuyup Allah’ın varlığına deliller çıkaralım:

Senin o kulübenin duvarlarına asılan icad silsilelerinden, hilkatin mucizelerinden ve harika sanatlarından, kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen “Âh! Oh!” ve enînler lisan-ı hâliyle istenilen yardımlarından anlaşılır ki… (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Yavaş yavaş ilerleyip cümleleri hazmedelim:

O kulübenin duvarlarına asılan icad silsilelerinden: Şu cisme takılmış her bir aza ve her bir cihaz, bu kulübenin duvarlarına asılmış bir icattır.

– Baş duvarına; göz, kulak, dil, burun gibi icatlar asılmış.

– Kol duvarına; el, parmaklar, dirsek, tırnaklar gibi icatlar asılmış.

– Mide duvarına; bağırsaklar, ciğer, kalp gibi icatlar asılmış.

Bunlar gibi, sanki insanın her bir uzvu bir duvar olmuş. Duvar içinde de küçük duvarlar var. Mesela başa bir duvar nazarıyla baksak, göz bu duvara asılmış  bir icat olur. Göze bir duvar nazarıyla baksak, kirpikler, retina, göz merceği gibi cihazlar bu duvara asılmış birer icat olur.

Artık hangi açıdan bakmak isterseniz ona göre tefekkür edebilirsiniz.

Hilkatin mucizelerinden: Bu cisim kulübeciğine takılan her bir aza hilkatin bir mucizesidir. Şöyle ki:

Mucize: Takat-ı beşerin fevkinde olan şeydir. Yani insanın gücünün yetmediği şeye mucize denir. İnsanın gücü, şu cisim kulübeciğine asılan hiçbir uzvu yapmaya yetmez. Değil bir uzvu yapmak, saçın telini bile yapamaz. Bu durumda, her bir aza ve cihaz hilkatin bir mucizesi olur.

Ve harika sanatlarından: İnsanın aza ve cihazları bir cihetten hilkatin mucizesidir, çünkü taklidi mümkün değildir. Diğer bir cihetten de harika bir sanat eseridir. Hatta değil zahirde gördüğümüz aza ve uzuvlar, zerreler dahi bu sanattan hissesini almıştır. Zerrelerin mikroskopla çekilen resimlerine baktığımızda onlardaki sanat karşısında hayrete düşüyoruz.

Kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen: İnsanın cismini bir kulübecik kabul ettiğimizde, insanın dış âlemle irtibatını sağlayan her bir aza bu kulübeciğin bir penceresi olur. Buna göre, göz, kulak, dil, burun gibi her bir uzuv bir penceredir. İnsan bu pencerelerle dış âleme bakar.

Yine bu kulübenin hadsiz ihtiyaçları vardır. İhtiyaçları bir an karşılanmasa kulübe yıkılır, sahibi altında kalır. Her bir uzuv âdeta elini harice uzatmış, -dilenci misal- ihtiyacının karşılanmasını beklemektedir.

“Ah! Oh!” ve enînler lisan-ı hâliyle istenilen yardımlarından anlaşılır ki: Her bir aza elini uzatmış, ihtiyacından dolayı “Ah! Of!” demekte ve ihtiyacının lisanıyla inlemektedir. Onun bu ah ve ofları, lisan-ı hâliyle yapılan bir dua hükmüne geçmekte ve duası kabul edilerek her ihtiyacı karşılanmaktadır.

Metne kaldığımız yerden devam edelim:

O kulübeyi müştemilatıyla beraber yaratan Hâlık’ın, o âh u enînleri işitir, şefkat ve merhamete gelir, hâcat ve âmâlin ne varsa taht-ı taahhüde alır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Evet, Allahu Teâlâ, bütün aza ve cihazların lisan-ı hâlleriyle yaptıkları duayı işitir; onlara şefkat ve merhamet eder. Her birinin neye ihtiyacı varsa, onu ona gönderir. Bütün ihtiyaçları taahhüdü altına alır ve bütün arzularını ona teshir eder.

İşte bakın, vücudumuzda her an milyonlar tasarruf olur da bizim hiçbirinden haberimiz olmaz. Vücuda bir lokma girer, sonra bu lokma parçalanarak her bir azaya lazım olan madde gönderilir. İşte bu gönderilmek, o azanın âh u enînine bir cevap ve lisan-ı hâliyle yaptığı duaya bir icabettir.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Zira sineğin kafasındaki o küçük küçük hüceyratın nidalarına “Lebbeyk” söyleyen o Sâni-i Semî ve Basîr’in, senin dualarını işitmemesi ve o dualara müsbet cevaplar vermemesi imkân ve ihtimali var mıdır? (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Sinek gibi en hakir bir mahluk, lisan-ı hâliyle dua eder de onun duasına “Lebbeyk” denilerek icabet edilir. Her ihtiyacı karşılanıp hadsiz cihazlarla teçhiz edilir. Bu hâl de ispat eder ki:

Bir Sâni-i Semî ve Basîr var. Her sesi işiten ve her şeyi gören bir Zat-ı Zülcemal var. Var ki her kim ne istese, istediği ona veriliyor; kim muztar kalsa, onun imdadına koşuluyor.

— Acaba hiç mümkün müdür ki o Zat-ı Zülcemal, Sâni-i Semî ve Basîr sivrisineğin sesini işitsin de halife-i arz olan insanın sesini işitmesin?

— Sineğin lisan-ı ihtiyaç ve ızdırar ile yaptığı duaya icabet etsin de insanın ettiği duaya icabet etmesin?

— Sivrisineğin sesini duysun da insanın sesini duymasın?

Hâşâ ve kellâ. Yüz bin defa hâşâ…

Metne devam edelim:

Binaenaleyh, ey bu küçük hüceyrelerden mürekkeb ve “ene” ile tabir edilen hüceyre-i kübra! (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Atomlar -izn-i İlahi ile- birleşmiş ve hücre olmuş. Hücreler birleşmiş organ olmuş. Organlar birleşmiş insan olmuş. Dolayısıyla insan küçük küçük hücrelerin birleşmesinden meydana gelmiş.

Bu küçük ve masum hücrelerin yanında bir de hüceyre-i kübra (büyük hücre) var. Bu hüceyre-i kübra “ene” denilen insandaki malikiyet ve hâkimiyet duygusudur. Tabii Üstadımızın “ene”ye “hüceyre-i kübra” demesi bir temsil. Yoksa bu “ene”nin bir vücud-u haricîsi yoktur; bir emr-i itibarî ve emr-i nisbîdir.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

O kulübeciğin küçüklüğüyle beraber, dolu olduğu harika icadlarını gör, imana gel! (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Üstad Hazretleri insandaki “ene”ye sesleniyor ve diyor ki: Cismini bir oku, vücudunu mütalaa et; cismine takılan harika icatları gör. Sonra da imana gel…

Bu cümleyi okurken gönlüme şu ayet-i kerimeler düştü:

أَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا فِي أَنفُسِهِمْ  Onlar kendi nefisleri hakkında (yaratılışlarının incelikleri hakkında) düşünmüyorlar mı?  مَا خَلَقَ اللَّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ  Allah gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri ancak hak ile yaratmıştır. (Rum 8)

وَاللَّهُ أَخْرَجَكُم مِن بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ لاَ تَعْلَمُونَ شَيْئًا  Allah sizi -sizler hiçbir şey bilmezken- annelerinizin karnından çıkardı  وَجَعَلَ لَكُمُ الْسَّمْعَ وَالأَبْصَارَ وَالأَفْئِدَةَ  ve size kulak, gözler ve kalpler verdi.  لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ  Umulur ki şükredersiniz. (Nahl 78)

وَفِي الْاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِقِينَ وَفِي اَنْفُسِكُمْ  Sağlam inanç sahipleri için yeryüzünde ve nefislerinizde ayetler vardır  اَفَلَا تُبْصِرُونَ  hâlâ görmüyor musunuz? (Zâriyât 20-21)

Bu ayetler gibi daha birçok ayet-i kerimede, bizlere verilen azalar hatırlatılmakta ve bu azaların takılması Allah’ın varlığına delil yapılmaktadır.

Üstadımız bu bahsi şöyle tamamlıyor:

Ve “Ya İlahî! Ya Rabbî! Ya Hâlıkî! Ya Musavvirî! Ya Mâlikî ve ya men lehü’l-mülkü ve’l-hamd! Senin mülkün ve emanetin ve vedian olan şu kulübecikte misafirim, malik değilim.” de, o batıl temellük davasından vazgeç! Çünkü o temellük davası, insanı pek elîm elemlere maruz bırakır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

(Arapça tercüme: Ey ilahım! Ey rabbim! Ey yaratıcım! Ey beni tasvir eden ve şeklimi veren! Ey malikim ve sahibim! Ve ey mülk ve hamd kendisine mahsus olan!)

Metin o kadar açık ki şerhe hiç ihtiyacı yok. Belki bu makamda ihtiyacımız şu cümleyi yüz belki bin defa söylemektir: Ya İlahî! Ya Rabbî! Ya Hâlıkî! Ya Musavvirî! Ya Mâlikî ve ya men lehü’l-mülkü ve’l-hamd! Senin mülkün ve emanetin ve vedian olan şu kulübecikte misafirim, malik değilim…

Bu metni mütalaa ederken fikrime bir hayal geldi. İrademin dışında, yazmayı kesip hayalin peşine düştüm. Bir derece benimle alakadardır. Lakin Risale-i Nur’un kıymetine dikkat çekmek için sizinle paylaşacağım:

Kendimi bir meydanda gördüm. Ortasında Risale-i Nur var ve ben bir iple ona bağlanmışım. Meydanın dış kısmı da sefahet ve haramlarla dolu. İnsanlar o sefahete dalmış, günah çukurunda yüzüyorlar…

Kuvvetli bir rüzgâr belki bir fırtına esiyor, beni de o çukura düşürmeye çalışıyor. Tam sefahet çukuruna düşeceğim ki Risale-i Nur’a bağlandığım ip beni tutuyor, düşmemi önlüyor.

Bana öyle geldi ki: Rüzgâra karşı hiç dayanma kuvvetim yok; bu ip bir kopsa anında çukura düşeceğim. Çukura bir düşersem de çıkmak çok zor. Ancak bir inayet-i İlahiye ola…

Bu hâlde iken kendi kendimle -irademin dışında, hayalen- şöyle konuştum:

— Ya sen hafız-ı Kur’an’sın ve bir derece ehl-i tefsirsin. Yine bir derece ehl-i fıkıh ve ehl-i hadissin. Ancak tahsil ettiğin bu ilimler seni sefahet çukuruna düşmekten koruyamıyor ve bu fırtınaya mukabele edemiyor. O hâlde Risale-i Nur’la bağlanan ipine çok ehemmiyet ver. O ip bir kopsa -yani Risaleleri okumayı ve mütalaayı bir bıraksan- kendini bu sefahet çukurunda bulursun. Bir daha da çıkamazsın…

İşte böyle konuşurken hayalden çıktım, kendime geldim. Üstad Hazretlerine talebe olmaya çalıştığım ve Risale-i Nurları okuduğum için Rabbime hamdüsena ettim.

Kardeşlerim, bu hayalimi sizlerle, Risale-i Nurların kıymetini anlayın diye paylaştım. Zaten anlamışsınızdır, bunu da biliyorum. Lakin nefis insanın peşini bırakmaz; bir derece tekit olsun diye hayalimi naklettim. Kusur ettiysem affola…

Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:

Dördüncü Hakikat: Ey nefis! Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâni’in ispatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak! Senin o kulübenin duvarlarına asılan icad silsilelerinden, hilkatin mucizelerinden ve harika sanatlarından, kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen “Âh! Oh!” ve enînler lisan-ı hâliyle istenilen yardımlarından anlaşılır ki o kulübeyi müştemilatıyla beraber yaratan Hâlık’ın, o âh u enînleri işitir, şefkat ve merhamete gelir, hâcat ve âmâlin ne varsa taht-ı taahhüde alır. Zira sineğin kafasındaki o küçük küçük hüceyratın nidalarına “Lebbeyk” söyleyen o Sâni-i Semî ve Basîr’in, senin dualarını işitmemesi ve o dualara müsbet cevaplar vermemesi imkân ve ihtimali var mıdır?

Binaenaleyh, ey bu küçük hüceyrelerden mürekkeb ve “ene” ile tabir edilen hüceyre-i kübra! O kulübeciğin küçüklüğüyle beraber, dolu olduğu harika icadlarını gör, imana gel! Ve “Ya İlahî! Ya Rabbî! Ya Hâlıkî! Ya Musavvirî! Ya Mâlikî ve ya men lehü’l-mülkü ve’l-hamd! Senin mülkün ve emanetin ve vedian olan şu kulübecikte misafirim, malik değilim.” de, o batıl temellük davasından vazgeç! Çünkü o temellük davası, insanı pek elîm elemlere maruz bırakır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin