4. Birinci kelam: Ben kendime malik değilim. Ancak malikim kâinatın malikidir…
Katre mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Birinci kelam: اِنّٖى لَسْتُ مَالِكِي Ben kendime malik değilim. Ancak malikim kâinatın malikidir. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Üstad Hazretleri, “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelam öğrendim.” demişti. Bu dört kelime: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet ve nazardı. Bunların mütalaasını önceki derslerimizde yapmıştık. Bu dersle birlikte dört kelama başlıyoruz.
Üstadımız birinci kelama şöyle giriş yaptı: Ben kendime malik değilim. Ancak malikim kâinatın malikidir.
Üstad Hazretleri kendi hesabına bu kelamı öğrenmiş ve istifademize binaen bizimle paylaşmış. Ben mütalaayı yaparken nefsimi muhatap alıp onunla konuşacağım. Belki o da hissesini alır ve kendini yaratan Zata itaat eder.
Ey nefsim! Sen kendine malik değilsin. Senin malikin kâinatın malikidir. Görmüyor musun ki vücudunda bir fabrika işler de senin hiçbir şeyden haberin olmaz, en basit işlere dahi müdahale edemezsin.
– Kalbin kanı pompalar, senin haberin olmaz.
– Miden yiyecekleri sindirir, sen farkına bile varmazsın.
– Gözün görür, nasıl gördüğünü bilmezsin.
– Kulağın işitir, nasıl işittiğini anlamazsın…
Hatta sahiplik iddia ettiğin, en basit işlerden olan yemek ve içmek fiilinin dahi yüz cüzünden ancak bir cüzüne sahipsin ki o da lokmayı ağzına atmaktır. Bundan sonrası dahi senin emrinde değildir. Ne çiğnediğinin farkına varırsın ne de yutma işi nasıl yapılır, bunu bilirsin.
Bunlar gibi, vücudunda her an yüzlerce faaliyet olur ama sen bunların hiçbirinden haberdar olmazsın. Hatta vücudundaki aza ve uzuvları dahi bilmezsin.
— Hakikat bu iken sen nasıl olur da kendini kendine malik sayarsın?
Senin yegâne malikin seni yaratan Allah’tır; malikin, Malik-i kâinattır!..
Sizler de bu tefekkürün üstüne koyarak kendi hâlinizi tefekkür edebilirsiniz. Böyle kalbî yerler hemen okunup geçilmemeli, üzerinde muhakkak -nefsi muhatap ederek- tefekkür edilmelidir.
Bu makamda şöyle bir soru akla gelebilir:
— Madem ben kendime malik değilim, o hâlde bana bu malikiyet duygusu niçin verilmiş? Niçin kendimi malik gibi hissediyorum?
Üstadımız bu soruya şöyle cevap veriyor:
“Fakat kendime malik nazarıyla bakıyorum ki Malik-i Hakiki’nin sıfatını ve sıfatların bir derece mahiyetini ve hududunu bileyim. Evet, mevhum, mütenahi hududum ile Malik-i Hakiki’nin sıfatlarının bir cihette gayr-ı mütenahi hududunu bildim.”
(Mevhum: Kuruntuya dayanan, hayalî / Mütenahi: Sonlu / Gayr-ı mütenahi: Sonsuz)
İnsan, sonsuz ve sınırsız olan bir şeyi kavrayamaz ve mahiyetini anlayamaz. Mesela balığa sormuşlar:
— Sen denizi hiç gördün mü?
Balık cevap vermiş:
— Yıllardır onu ararım ama hâlâ bulamadım.
Evet, balık denizdedir ama ondan gafildir. Buna “şiddet-i zuhur” denir. Denizin, balığın üzerindeki şiddeti zuhurundan dolayı balık denizi bilmez ve mahiyetini kavrayamaz.
Yine mesela güneşi sema kadar büyütsek ve gökyüzüne baktığımızda güneşten başka bir şey görmesek, bu durumda, güneşin varlığını bilemeyiz. Zira sınırsız ve sonsuz olan bir şeyin varlığı bilinemez.
Aynı şey Allahu Teâlâ’nın isim ve sıfatları için de geçerlidir. Allah’ın sıfatları sonsuz ve sınırsız olduğu için insan bunları bilemez ve mahiyetini kavrayamaz. İşte burada devreye “ene” girer. “Ene” uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görür. Şöyle ki:
Mesela bir ev yapan kimse der ki:
— Bu ev benim; evi ben yaptım. Kâinat evi ise Allah’ındır; kâinatı Allah yarattı.
Bu, vehmî bir çizgidir. Zira ev de kendisi de Allah’ın mülküdür. Zaten bu vehmî çizgiyi de sahiplik iddiası için çizmemiştir. Bu vehmî çizgiyi çizmesinin sebebi, Allah’ın isim ve sıfatlarını keşfetmektir. Ne zaman ki Allah’ın sıfatlarını keşfeder, meseleyi anlar; sonra bu mevhum haddi bozup her şeyi Allah’a teslim eder. Şöyle ki:
Evi yapan ilk önce şöyle düşünmeye başlar:
– Ben bu evi irademle yaptım. Evi yapmak istedim ve evin varlığını yokluğuna tercih ettim. Eğer irade sahibi olmasaydım bu ev olmazdı. Demek, Allah’ın da bir iradesi var. Allahu Teâlâ bu kayıtsız iradesiyle kâinat evinin varlığını yokluğuna tercih etmiş ve âlemi halk etmiş.
– Yine ben bu evi kudretimle yaptım. Eğer kuvvetim olmasaydı -mesela felçli olsaydım- evi yapamazdım. Demek, Allahu Teâlâ’nın da bir kudreti var. Bu sınırsız kudretiyle kâinat evini yaratmış ve bizler için bir mesken yapmış.
– Yine ben bu evi ilmimle yaptım. Eğer mimarlık ve mühendislik ilimlerine vakıf olmasaydım bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da bir ilmi var. Bu sınırsız ilmi ile kâinatı yaratmış. Eğer Allah’ın böyle sonsuz bir ilmi olmasaydı bu kâinat evi de olmazdı.
– Yine ben bu evi yaparken yaptığım işi görüyordum. Eğer âmâ olsaydım ve göremeseydim bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da -mahiyetini bilemediğimiz- bir görmesi var yani Allah basirdir. Eğer basir olmasaydı şu âlemi böyle mükemmel icat edemez ve intizamla idare edemezdi.
— Yine ben bu evi hikmetimle süsledim. Hikmet sahibi olmam sayesinde tanziminde hep menfaatlere riayet ettim. O hâlde bu kâinat evinin maliki de nihayetsiz hikmet sahibi olmalıdır. Çünkü şu kâinat evinin her bir taşına binler hikmet dercedilmiş.
— Bütün bu saydığım sıfatlardan önce ben hayat sahibiyim. Eğer hayatım olmasaydı ne kudretim olurdu, ne ilmim olurdu, ne iradem olurdu ne de bu ev olurdu. O hâlde kâinat evinin sahibi olan Allah da hayydır, bakidir, ezelîdir ve ebedîdir.
Sizler Allahu Teâlâ’nın diğer sıfatlarını bunlara kıyas edin…
İşte insan “ene”yi bir vâhid-i kıyasî yaparak Allah’ın isim ve sıfatlarını böyle keşfeder. En sonunda da şöyle der:
— Ya Rabbi! Ben de senin mülkünüm, evim de senin mülkündür. Ben vehmî bir had çizip kendimi hayalî bir surette evin sahibi kabul ettim ki seni tanıyayım; senin isim ve sıfatlarını keşfedeyim. Şimdi seni bir derece tanıdım, isim ve sıfatlarını keşfettim; bu vehmî haddi de şu an itibarıyla yok ettim. Her şey senindir ve senin mülkündür.
Şimdi Üstadımızın şu cümlesini bir daha okuyalım: Fakat kendime malik nazarıyla bakıyorum ki Malik-i Hakiki’nin sıfatını ve sıfatların bir derece mahiyetini ve hududunu bileyim.
İşte kendime malik nazarıyla bakmamın ve bu duygunun bana verilmesinin hikmeti: Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarını, bu sıfatların mahiyetini ve hududunu bilmektir.
Şu cümleyi de bir daha okuyalım: Mevhum, mütenahi hududum ile Malik-i Hakiki’nin sıfatlarının bir cihette gayr-ı mütenahi hududunu bildim.
Evet, insanın malikiyeti mevhum ve sonludur. Hakikatte insanın malik olduğu hiçbir şey yoktur. Sadece elinin uzandığı yere kadar hükmeder; o da Allah müsaade ederse… Ancak bu mevhum malikiyetini bir vahid-i kıyasî yaparak Malik-i Hakiki’nin sıfatlarının bir cihette gayr-ı mütenahi hududunu bilir.
Önemine binaen meseleyi bir daha tekrar edelim: İnsan kendisindeki “ene”yle ve malikiyet duygusuyla Allah’ın sınırsız ve her şeyi kuşatan isim ve sıfatlarına vehmî bir had çizer. “Buraya kadar benim, bundan sonrası Allah’ındır.” der. Sonra kendi vehmî malikiyetiyle Cenab-ı Hakk’ın hakiki malikiyetini keşfeder ve Allah’ın isim ve sıfatlarını tanır. Bu keşfi bitirdikten sonra da vehmî malikiyetini yırtar atar; nefsini ve her şeyi yed-i kudrete teslim eder.
Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:
Birinci kelam: اِنّٖى لَسْتُ مَالِكِي Ben kendime malik değilim. Ancak malikim kâinatın malikidir. Fakat kendime malik nazarıyla bakıyorum ki Malik-i Hakiki’nin sıfatını ve sıfatların bir derece mahiyetini ve hududunu bileyim. Evet, mevhum, mütenahi hududum ile Malik-i Hakiki’nin sıfatlarının bir cihette gayr-ı mütenahi hududunu bildim. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Yazar: Sinan Yılmaz