69. Hâlbuki Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet…
Katre mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Hâlbuki Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete alet ederek tam bir firavun olur. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
(Vâhid-i kıyasî: Bir şeyin miktarını ve diğer hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden tayin edilen parça. Mesela uzunluğun “vâhid-i kıyasîsi” metredir. / Sû-i ihtiyar: İradenin kötüye kullanımı)
Allahu Teâlâ insana “ene” namıyla bir benlik vermiştir. Bu “ene”nin vazifesi, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını keşfetmektir. Yani “ene” bir vâhid-i kıyasîdir. Şöyle ki:
İnsan, sonsuz ve sınırsız olan bir şeyi kavrayamaz ve mahiyetini anlayamaz. Mesela balığa sormuşlar:
— Sen denizi hiç gördün mü?
Balık cevap vermiş:
— Yıllardır onu ararım ama hâlâ bulamadım.
Evet, balık denizdedir ama ondan gafildir. Buna “şiddet-i zuhur” denir. Denizin, balığın üzerindeki şiddeti zuhurundan dolayı balık denizi bilmez ve mahiyetini kavrayamaz.
Yine mesela güneşi sema kadar büyütsek ve gökyüzüne baktığımızda güneşten başka bir şey görmesek, bu durumda, güneşin varlığını bilmeyiz. Zira sınırsız ve sonsuz olan bir şeyin varlığı bilinemez.
Aynı şey Allahu Teâlâ’nın isim ve sıfatları için de geçerlidir. Uluhiyet sıfatları sonsuz ve sınırsız olduğu için insan bunları bilemez ve mahiyetini kavrayamaz. İşte burada devreye “ene” girer. “Ene” uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görür. Birazdan bu meseleyi mütalaa edeceğiz.
Üstadımız burada dedi ki: Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet -yani ene- uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Yani “ene” bir ölçü birimi olup Allah’ın isim ve sıfatlarını keşfediyor; vazifesi budur. Maalesef sû-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete alet ederek tam bir firavun olur. “Ene”nin vazifesi bu iken, insan bu “ene”yi hâkimiyetine ve hürriyetine alet ediyor. Kendisini kendisine malik zannederek ve hâkimiyet tevehhümünde bulunarak tam bir firavun oluyor.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlık’ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır. Çünkü insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsiller ile bilirler. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
(Tenebbüt eden: Yeşeren, büyüyen)
Bu bahsi yukarıda izah ettik. İnsan, görmediği şeyi gördüğüne kıyas eder; bilmediği şeyi bildiğiyle mukayese eder.
İnsan Allah’ı görmez, isim ve sıfatlarını -eğer Kur’an ve hadis bildirmemiş olsaydı- bilmez; bildiklerinin de mahiyetini bilmez. İşte “ene” burada devreye girip Allah’ın isim ve sıfatlarının keşfini yapar.
Metne devam ederek “ene”nin bu vazifeyi nasıl yaptığını öğrenelim:
Mesela bir adam Cenab-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar. “Buradan buraya benim kudretimdedir; bundan o yanı da onun kudretindedir.” diye vehmî bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum haddi bozar, hepsini de ona teslim eder. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
(Vehmî: Olmadığı hâlde var kabul edilen / Mevhum: Vehmedilen)
Bu mesele 30. Söz’de “Ene ve Zerre” bahsinde detaylı bir şekilde işlenmiştir. Bu makamda kısa bir izahla yetinelim:
İnsan, Cenab-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar. Mesela bir ev yapan insan der ki: “Bu ev benim; kâinat ise Allah’ındır.”
Bu, vehmî bir çizgidir. Zira ev de kendisi de Allah’ın mülküdür. Zaten bu vehmî çizgiyi de sahiplik iddiası için çizmemiştir. Bu vehmî çizgiyi çizmesinin sebebi, Allah’ın isim ve sıfatlarını keşfetmektir. Ne zaman ki uluhiyet sıfatlarını keşfeder, meseleyi anlar; sonra bu mevhum haddi bozup her şeyi Allah’a teslim eder.
Bu anlattığımızı bir örnek üzerinde uygulayalım:
Bir ev yapan kimse der ki:
— Bu ev benim; evi ben yaptım. Kâinat evi ise Allah’ındır; kâinatı Allah yarattı.
Sonra bu kaziye üzerine düşünmeye başlar:
– Ben bu evi irademle yaptım. Evi yapmak istedim ve evin varlığını yokluğuna tercih ettim. Eğer irade sahibi olmasaydım bu ev olmazdı. Demek, Allah’ın da bir iradesi var. Allahu Teâlâ bu kayıtsız iradesiyle kâinat evinin varlığını yokluğuna tercih etmiş ve âlemi yaratmıştır.
– Yine ben bu evi kudretimle yaptım. Eğer kuvvetim olmasaydı -mesela felçli olsaydım- evi yapamazdım. Demek, Allahu Teâlâ’nın da bir kudreti var. Bu sınırsız kudretiyle kâinat evini yaratmış ve bizler için bir mesken yapmış.
– Yine ben bu evi ilmimle yaptım. Eğer mimarlık ve mühendislik ilimlerine vakıf olmasaydım bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da bir ilmi var. Bu sınırsız ilmi ile kâinatı yaratmış. Eğer Allah’ın böyle sonsuz bir ilmi olmasaydı bu kâinat evi de olmazdı.
– Yine ben bu evi yaparken yaptığım işi görüyordum. Eğer âmâ olsaydım ve göremeseydim bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da -mahiyetini bilemediğimiz- bir görmesi var; Allah basirdir. Eğer basir olmasaydı şu âlemi icad edemez ve böyle intizamla idare edemezdi.
Sizler uluhiyetin diğer sıfatlarını bunlara kıyas edin…
İşte insan “ene”yi bir vâhid-i kıyasî yaparak Allah’ın isim ve sıfatlarını böyle keşfeder. En sonunda da şöyle der:
— Ya Rabbi! Ben de senin mülkünüm, evim de senin mülkündür. Ben vehmî bir had çizip kendimi hayalî bir surette evin sahibi kabul ettim ki seni tanıyayım; senin isim ve sıfatlarını keşfedeyim. Şimdi seni bir derece tanıdım, isim ve sıfatlarını keşfettim; bu vehmî haddi de şu an itibarıyla yok ettim. Her şey senindir ve senin mülkündür…
Bu fakir, bu “ene”yi çok kullanıyor. Bununla da Allah’ın isim ve sıfatlarının manasını daha iyi anlıyor. Sizlerin de ufkunu açmak için bir misalini vereyim:
Kızım küçük iken, eve gelirken bazen ona vermek niyetiyle çikolata alırdım. Eve geldiğimde kızım uykuda ise çikolatayı dolaba koymaz ve saklardım. Çünkü çikolatayı uyanınca kendisinin bulmasını istemez ve ertesi gün ona kendi elimle vermek isterdim.
Böyle yapmamın sebebi şu idi: Kızımın çikolatayı benden bilmesini ister ve alınca bana sarılıp öpmesini beklerdim. Çikolatayı başkasından bilmesine gönlüm razı olmazdı.
Şimdi, bu hadiseyi bir vâhid-i kıyasî yapalım ve Allah’ın iki sıfatını keşfedelim:
Ben vâhid-i kıyasîyi şöyle yapıyordum:
— Bu çikolata benim; bundan gayrı ne varsa Allah’ındır… Nasıl ki ben bu çikolatayı kızıma veriyorum, çünkü onu seviyorum. Demek, Allahu Teâlâ da mahlukatını seviyor; zira onları nimetleriyle besliyor.
— Yine ben bu çikolatayı kızıma verdiğimde benden bilmesini istiyor hatta bunun için elimle ona veriyorum. Kızımın da buna karşılık bana sarılmasını ve teşekkürünü bekliyorum. Demek, Allahu Teâlâ da bütün nimetlerinin kendisinden bilinmesini ve şükrün sadece kendisine yapılmasını istiyor. Bu sebeple şirke bu kadar gazap ediyor ve bu sebeple Kur’an’da onlarca ayette “Nimetin sahibi benim.” diyor.
— Ya Rabbi! Ben çikolataya sahiplik iddiamla senin bu sıfatlarını keşfettim. Şimdi bu vehmî haddi kaldırıyor ve diyorum ki: Ben de seninim, kızım da senin, çikolata da… Ben hiçbir şeyin maliki değilim. Ancak senin mülkünün emanetçisiyim…
Sonra da kızıma derdim:
— Sakın bunu benden bilme. Bunu sana Allah gönderdi. Benim elim ile gönderdi. Minnet ve muhabbet ancak O’nadır.
Metne devam edelim:
Çünkü nefis, nefsine malik olmadığı gibi, cismine de malik değildir. Cismi ancak acib bir makine-i İlahiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye (bir cilveciği) o makinede çalışıyor. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Buradaki “nefis” ifadesiyle “nefs-i emmare” değil, insanın kendisi kastedilmiştir. Nefis lafzının “bir kimsenin kendisi” manası da vardır. Yani insan kendi kendine malik olmadığı gibi, cismine de malik değildir. Bu cisim acib bir makine-i İlahiyedir. Kader kalemi bu makinenin planını çizmiş; kudret-i ezeliye de kaza kalemiyle üzerinde işlemiştir.
Üstadımız Birinci Hakikati şöyle tamamlıyor:
Binaenaleyh, insan o firavunluk davasından vazgeçmekle, mülkü malikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse Allah’ın mülkünü esbab-ı camideye taksim etmiş olacaktır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
İşte vazifemiz:
1. Firavunluk davasından vazgeçmek. Yani kendimizi kendimize malik zannetmemek ve hâkimiyet tevehhümünde bulunmamak.
2. Mülkü malikine teslim etmek; esbaba zerre miskal pay vermemek.
3. Emanete hıyanet etmemek… İnsanın sahip olduğu her şey ona bir emanettir. Emanete hıyanet etmemek, sahip olduğu her şeyi Allah yolunda kullanmaktır. Bahusus aza ve letaifine vazifelerini yaptırmak ve suflî işlerde kullanmamaktır.
Konumuzun odak noktası olan emanet “ene” olup; emanete hıyanet etmemek, “ene”yi vazifesinde çalıştırmak ve bir vâhid-i kıyasî olarak kullanmaktır.
4. Şunu çok iyi bilmek: Hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad edersek, Allah’ın mülkünü esbab-ı camideye taksim etmiş oluruz. Zira bir zerreyi nefsine isnad edip, “Kendi kendine olmuş.” ya da “Onu sebep yapmış.” dersek, aynı muhakemeyi diğer eşya için de yapıp, aynı sözleri onlar için de söyleriz. Bu durumda da Allah’ın mülkünü esbab-ı camideye taksim etmiş oluruz. Bunu bilmek ve bundan sakınmak!
Cenab-ı Hak, bu vazifeleri yapan kullar zümresine bizleri dâhil eylesin. Âmin.
Bu dersimizde şu kısmı mütalaa yaptık:
Hâlbuki Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete alet ederek tam bir firavun olur.
Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlık’ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır. Çünkü insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsiller ile bilirler.
Mesela bir adam Cenab-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar. “Buradan buraya benim kudretimdedir; bundan o yanı da onun kudretindedir.” diye vehmî bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum haddi bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünkü nefis, nefsine malik olmadığı gibi, cismine de malik değildir. Cismi ancak acib bir makine-i İlahiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye (bir cilveciği) o makinede çalışıyor.
Binaenaleyh, insan o firavunluk davasından vazgeçmekle, mülkü malikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse Allah’ın mülkünü esbab-ı camideye taksim etmiş olacaktır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Yazar: Sinan Yılmaz