a
Ana SayfaKatre74. Arkadaş! Kalp ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil…

74. Arkadaş! Kalp ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil…

Katre mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

NOKTA

Arkadaş! Kalp ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulûm-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek, manevi olan hastalıklar, insanları akli ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye müptela olur. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

(Tevaggul: Fazla meşgul olma / Emraz-ı kalbiye: Kalbî hastalıklar)

Metin açık olmakla birlikte, üzerine birkaç kelam edelim:

Felsefi ilimler denildiğinde matematik, fizik, kimya ve tıp gibi ilimler akla gelir. Ancak Üstadımız burada bizzat bu ilimlerin kendisini kastetmemiştir. Belki Üstadımızın kastettiği, materyalist düşüncedir ve bu ilimlerin Allah’ın inkârında kullanılmasıdır.

İlim öyle bir şeydir ki birisi onunla Allah’a iman eder ve onda Allah’ın büyüklüğünü görür; diğeri onunla Allah’ı inkâr eder ve onu inkârına bir delil yapar.

O hâlde felsefi ilimleri, eşyaya mana-yı ismiyle bakan ve varlıkların kendi kendine olduğunu iddia eden ilimler olarak anlayabiliriz. Yine varlık felsefesi, zihin felsefesi ve mantık gibi ilimleri bu gruba dâhil edebiliriz.

İnsanın bu materyalist ilimlere ilgisi ve meyli, kalbî ve ruhi hastalıkları nispetindedir. Manen ne kadar hastaysa bu ilimleri o kadar sever ve o kadar ilgi gösterir. Hasta olmayanlar ise bu ilimlerden nefret eder. Onlara Kur’an ilmi ve eşyaya mana-yı harfî ile bakan ilim yeter.

Zaten felsefi ilimleri okuyanlarla konuştuğunuzda onların dinden ve Kur’an’dan ne kadar uzak olduğunu görürsünüz. Bu ilimlerle iştigalleri onların kalbî hastalıklarını çoğaltmış ve bir kısmını âdeta kör yapmıştır.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Ve keza dünyanın iki yüzünü gördüm:

Bir yüzü: Az çok zahirî bir ünsiyet, bir güzelliği varsa da bâtını ve içi daimi bir vahşet ile doludur.

İkinci yüzü: Filcümle zahiren vahşetli ise de bâtınen daimi bir ünsiyetle doludur.

Kur’an-ı Azîmüşşan, nazarları ahiret ile muttasıl olan ikinci veche tevcih eder. Birinci vecih ise ahiretin zıddı olup ademle muttasıldır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

(Bâtın: İç / Filcümle: Genellikle / Adem: Yokluk)

Üstad Hazretleri dünyanın bu iki yüzünü Risale-i Nurların çok yerinde -bilhassa Küçük Sözler’de- tafsil ile beyan etmiştir. Bu kısmın şerhi makamında -en azından- 2. Söz’ü ve 8. Söz’ü okumanızı ısrarla tavsiye ediyorum. 2. Söz ve 8. Söz bu kısmın tam bir tefsiridir.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Ve keza mümkinatın da iki vechi vardır:

Birisi: Enaniyet ile vücuddur. Bu ise ademe gider ve ademe kalbolur.

İkincisi: Enaniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vâcibü’l-vücud’a bakar bir vücud kazanır.

Binaenaleyh vücud istersen, mün’adim ol ki vücudu bulasın! (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

(Mün’adim: Yok olan)

İlk önce “mümkinat” ile “Vâcibü’l-vücud” kavramlarının manasını açıklayalım:

Yokluğu da bir vücut mertebesi kabul ettiğimizde vücut mertebeleri üçe ayrılır:

1. Vacibu’l-vücud: Varlığı lazım ve vacip olan.

2. Mümkünü’l-vücud: Varlığı ve yokluğu eşit olan.

3. Mümteni: Varlığı imkansız olan.

Mesela bir kitabı düşündüğümüzde, bu kitabın kendisi mümkünü’l-vücuttur. Varlığı ve yokluğu müsavidir. Var olabilmesi için bir irade sahibinin tercihine ihtiyacı vardır. Bir kâtip varlığını yokluğuna tercih ettiğinde var olur, onu yırttığında yok olur.

Kitabın varlık mertebesi mümkünü’l-vücud iken, kâtibinin varlık mertebesi -mecazi anlamda- vacibu’l-vücuttur. Kâtip olmadan kitabın varlığı izah edilemez.

Mümteni ise kitabın kâtipsiz olmasıdır.

Bir misalle daha meseleyi pekiştirelim:

Bir masayı düşünsek, masanın varlığı mümkünü’l-vücuttur. Ustasının varlığı -mecazi anlamda- vacibu’l-vücuttur. Masanın ustasız olması ise mümtenidir.

Şu kâinatı esas aldığımızda, kâinatın ve içindeki her bir eşyanın vücud mertebesi mümkünü’l-vücuttur. Olabilirdi veya olmayabilirdi, olması tercih edildi ve oldu. Varlığı için başka bir sebebe muhtaç. Kendi kendine var olamıyor. Bu sebeple kâinat mümkünü’l-vücuttur.

Her mümkünü’l-vücud bir vacibu’l-vücudu iktiza eder. İşte Allahu Teâlâ vacibu’l-vücuttur. Kâinatın varlığını yokluğuna tercih etmiş ve içindeki eşyayla birlikte âlemi halk etmiştir.

Şu mevcudat mümkünü’l-vücud olan varlıklarıyla, vacibu’l-vücud olan Allahu Teâlâ’nın varlığına şehadet ederler. Yani mümkünü’l-vücud olan varlıklar, varlıklarının yokluklarına tercih edilip yoktan yaratılmalarıyla ve daha birçok cihetle, vacibu’l-vücud olan Allah’ın vücub-u vücuduna yani varlığının vacip olduğuna şehadet ederler.

Tekrar metne dönelim:

Üstadımız dedi ki: Mümkinatın da iki vechi vardır.

Yani bizler mâsivâya ve eşyaya iki cihetle bakabiliriz.

Birisi: Enaniyet ile vücuddur. Bu ise ademe gider ve ademe kalbolur.

Buradaki “enaniyet” ifadesiyle insandaki “ene ve benlik” kastedilmemiştir. Buradaki enaniyet, eşyanın kendisine bir malikiyet ve hâkimiyet verilmesidir. Yani eşyanın “bizâtihi mevcut” olduğunun zannedilmesi ve kendi kendine var olduğunun düşünülmesidir. Başka bir ifadeyle: Eşyaya mana-yı ismiyle bakılması ve varlığının nefsine hamledilmesidir.

Mesela bir kuşu düşünelim: Enaniyet ile vücud” demek, o kuşun kendi kendine malik ve hâkim olduğunu düşünmek ve varlığını kendisinden bilmektir.

Şimdi, biz kuşa bir malikiyet ve hâkimiyet verip onu kendisine hamlettik diyelim.

— Peki, sonra ne oldu?

Kuş birden öldü ve yok oldu. Hem maddesi kayboldu hem manası….

Demek, enaniyet ile vücud ademe gidiyor ve ademe kalboluyor!

İkincisi: Enaniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vâcibü’l-vücud’a bakar bir vücud kazanır.

Enaniyetin terkiyle adem” varlıklara bir malikiyet ve hâkimiyet vermeyip, bu cihetten yok olmaktır. Yani varlıkları malik değil memluk ve hâkim değil mahkûm bilmektir.

Kişi böyle inandığında varlıkların enaniyetini terk etmiş -yani varlıkların kendi kendine malik ve hâkim olamayacağını kabul etmiş- olur. Bu da enaniyetin terkiyle ademdir.

Buna eşyaya mana-yı harfî ile bakış da denilebilir. İnsan mahlukata bir benlik vermek yerine onlara mana-yı harfî ile bakmalı ve bu cihetle bir vücud kazandıklarını bilmelidir. Zira varlıklara bu cihetten bakıldığında, eşya zahiren ademe gitse de ilm-i İlâhîde her vakit mevcuttur; belki vücud-u hâriciden vücud-u ilmîye geçmiştir.

Binaenaleyh vücud istersen, mün’adim ol ki vücudu bulasın!

İşte bekanın yolu… Üstadımız bu yolu 17. Söz’de şöyle beyan ediyor:

— Eğer şu fânî dünyada beka istiyorsan, beka fenadan çıkıyor. Nefs-i emmâre cihetiyle fena bul ki baki olasın.

Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:

NOKTA

Arkadaş! Kalp ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulûm-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek, manevi olan hastalıklar, insanları akli ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye müptela olur.

Ve keza dünyanın iki yüzünü gördüm:

Bir yüzü: Az çok zahirî bir ünsiyet, bir güzelliği varsa da bâtını ve içi daimi bir vahşet ile doludur.

İkinci yüzü: Filcümle zahiren vahşetli ise de bâtınen daimi bir ünsiyetle doludur.

Kur’an-ı Azîmüşşan, nazarları ahiret ile muttasıl olan ikinci veche tevcih eder. Birinci vecih ise ahiretin zıddı olup ademle muttasıldır.

Ve keza mümkinatın da iki vechi vardır:

Birisi: Enaniyet ile vücuddur. Bu ise ademe gider ve ademe kalbolur.

İkincisi: Enaniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vâcibü’l-vücud’a bakar bir vücud kazanır.

Binaenaleyh vücud istersen, mün’adim ol ki vücudu bulasın! (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin