26. Ve keza, hilkat ve yaratılışın Vacibü’l-vücud’a isnad edilmesini, nazarları çok kısa olanlar…
Katre mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Ve keza, hilkat ve yaratılışın Vacibü’l-vücud’a isnad edilmesini, nazarları çok kısa olanlar, baîd, garib, külfetli olduğunu tevehhüm etmekle inkârına zehab ediyorlar. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
(Vacibü’l-vücud: Varlığı mutlaka lazım olan Allahu Teâlâ / Baîd: Uzak / Garib: Tuhaf, hayret verici / Zehab etme: Fikren bir yola sapma)
Kalpleri ölmüş, akılları sönmüş ve vicdanları tefessüh etmiş olanlar Allahu Teâlâ’yı inkâr etmekte ve şu kâinatın tesadüfen vücud bulduğuna itikat etmektedirler. Onlara göre, tek bir Zatın şu kâinatı icad etmesi, idare ve tedbir etmesi, bütün varlıklar üzerinde tasarrufta bulunması hem baîd (akıldan uzak), hem garib, hem de külfetlidir.
Onlar Allah’ın kâinatı icad etmesini akıllarına sığıştıramamakta ve bu yüzden de küfre saparak eşyanın icadını esbaba ve tesadüfe havale etmektedirler. Sanki esbab ve tesadüfün eşyayı icad etmesi, Allah’ın icadından daha kolaymış gibi…
Hâlbuki kendi küfürlerinin içyüzüne baksalar çok muhâlâtı küfürlerinde bulacaklardır. Üstadımız bu manayı şöyle ifade ediyor:
Hâlbuki esbaba isnad edilirse onların tevehhüm ettikleri bu’d, garabet, külfet kat kat muzaaf olarak hakikate inkılap eder. Çünkü vacibe daha kolay olur. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
(Muzaaf: Katmerli, iki kat)
Mesele sadece Allah’ı inkârla bitmiyor. Allah’ı inkâr edenler, şu kâinatın ve içindeki eşyanın nasıl var olduğunu izah etmek zorundadırlar. Eğer “Esbab yaptı.” derseler, esbabın nasıl icad ettiğini anlatmak zorundadırlar. İşte bunu anlatmaya kalktıklarında, Allah’ın icadında tevehhüm ettikleri zorlukların bin katını kendi küfürlerinde göreceklerdir. Hatta bırakın kâinatın icadını, tek bir sineğin tesadüfen icadını anlatmaya kalksalar, insanlıklarından utanacak ve bir parça akılları varsa küfürlerinden vazgeçeceklerdir.
— Peki, niçin vazgeçmiyorlar?
Çünkü küfürlerinin içyüzüne ilim gözüyle bakmıyorlar. Sadece “Allah yok.” diyorlar; ancak Allah’ı inkâr ettiklerinde neleri kabul etmek zorunda kalacaklarına bakmıyorlar. Böyle bir cehalet sarhoşluğu içinde küfre sapıyorlar. Demek, onların küfrü ilimden değil, cehaletten gelmektedir.
Metinde geçen “Çünkü vacibe daha kolay olur.” ifadesini anlamak için vücud mertebelerini bilmek gerekir. Yokluğu da bir vücud mertebesi kabul ettiğimizde vücud mertebeleri üçe ayrılır:
1. Vacibu’l-vücud: Varlığı lazım ve vacip olan.
2. Mümkünü’l-vücud: Varlığı ve yokluğu eşit olan.
3. Mümteni: Varlığı imkânsız olan.
Bir kitabı düşündüğümüzde, bu kitabın kendisi mümkünü’l-vücuttur. Varlığı ve yokluğu müsavidir. Var olabilmesi için bir irade sahibinin tercihine ihtiyacı vardır. Bir kâtip varlığını yokluğuna tercih ettiğinde var olur, onu yırttığında yok olur.
Kitabın varlık mertebesi mümkünü’l-vücut iken, kâtibinin varlık mertebesi -mecazi anlamda- vacibu’l-vücuttur. Kâtip olmadan kitabın varlığı izah edilemez.
Mümteni ise kitabın kâtipsiz olmasıdır.
Bir misalle daha meseleyi pekiştirelim:
Bir masayı düşünsek, masanın varlığı mümkünü’l-vücuttur. Ustasının varlığı -mecazi anlamda- vacibu’l-vücuttur. Masanın ustasız olması ise mümtenidir.
Şu kâinatı esas aldığımızda, kâinatın ve içindeki her bir eşyanın vücud mertebesi mümkünü’l-vücuttur. Olabilirdi veya olmayabilirdi, olması tercih edildi ve oldu. Varlığı için başka bir sebebe muhtaç. Kendi kendine var olamıyor. Bu sebeple, kâinat mümkünü’l-vucuttur.
Her mümkünü’l-vücud bir vacibu’l-vücudu iktiza eder. İşte Allahu Teâlâ vacibu’l-vücuttur. Kâinatın varlığını yokluğuna tercih etmiş ve içindeki eşyayla birlikte âlemi halk etmiştir.
Şu âlemin yaratıcısının olmaması ise mümtenidir.
Nihayetsiz kudret, her şeyi kuşatan bir ilim, kayıtsız irade gibi sıfatlar sadece vacibu’l-vücud olan Allah’ta bulunur. Mümkünü’l-vücud olan eşyada bulunmaz.
İşte bu sebepten dolayı, kâinatın halk ve icadı vacibe (vacibu’l-vücud olan Allah’a) daha kolay olur.
Üstadımız, kâinatın tek bir elden icad edilmesi durumundaki kolaylığı şöyle izah ediyor:
Mesela bir adamdan birkaç şeyin suduru, birkaç adamdan bir şeyin sudurundan daha ehvendir. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
(Sudur: Meydana gelmesi / Ehven: Daha kolay)
Bir elbise bir terziye havale edilse, bir terzi tek başına bu elbiseyi çok kolay dikebilir. Eğer bir elbise on terziye havale edilse, hem elbisenin dikimi zor olur hem de elbisenin bir kolu uzun, diğer kolu kısa olur. Bir elbisenin on terziden çıkması, bir terziden çıkmasından on kat daha zordur.
Yine bir kitap bir âlime havale edilse, bir âlim o kitabı kolayca yazar; cümleleri ve konuları arasındaki insicamı muhafaza eder. Eğer bir kitap on kişiye havale edilse, bu durumda, kitabın insicamı bozulur; sayfalar arasındaki irtibat ve konu bütünlüğü kaybolur. Demek, bir kitabın on kişiden çıkması, bir âlimden çıkmasından yüz kat daha zordur. Hatta bu zorluk sebebiyle kitabın yazılamaması galiben muhtemeldir.
Bu misallerde olduğu gibi, kâinatın tek bir elden suduru, esbabtan sudurundan milyon derece daha kolaydır. Üstadımız bu kolaylığa şöyle bir örnek veriyor:
Mesela bal arısının hilkati kudret-i İlahiyeye isnad edilmezse nihayetsiz müşkülat olur. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Bal arısı başlı başına bir mucize-i kudrettir. Üstadımız Lem’alar Risalesi’nde şöyle demişti:
— Bal arısını pek çok şeylere fihriste yapan…
Bal arısının sahip olduğu özellikleri bir kenara bırakıp sadece pek çok şeylere fihriste olmasını nazara alsak, nasıl bir mucize-i kudret olduğunu yine anlarız. Dilerseniz, bu hususta biraz tefekkür edelim:
Şu âlemde ne varsa küçük bir mikyasta bal arısında da vardır. Bal arısı âdeta şu âlemin bir fihristidir.
– Mesela bütün canlılarda yüz vardır. Bal arısının da yüzü vardır.
– Canlılarda göz vardır, bal arısının da gözü vardır.
– Canlılarda ağız vardır, bal arısının da ağzı vardır.
– Canlılarda mide vardır, bal arısının da midesi vardır.
– Bir kısım canlılarda kanat vardır, anten vardır; bunlar bal arısında da vardır.
Âdeta bal arısı canlı varlıklara bir fihriste olmuş, hayat sahiplerinde ne varsa aynısı bal arısında yazılmıştır.
Hani bir kitabın içindekiler bölümünü okur ve kitap hakkında bir bilgiye sahip olursunuz ya, aynen bunun gibi, hiç bir canlı varlık görmeyen bir insan bal arısını incelese ve sonra o kişiye, “Diğer canlılar hakkında konuş, bize onları anlat.” dense, eğer bal arısı fihristini iyi mütalaa etmişse yaratılan diğer canlı varlıkları bize tarif eder. Belki şekillerini çizemez ama hangi aza, cihaz ve duyguları olduğunu tahmin eder.
Biraz daha geniş fikri varsa sadece canlıları değil, âlemi bize tarif eder. Mesela der ki:
— Bu bal arısının bir ruhu var. Bu ruh ruhlar âleminden ona gelmiş olmalı. Demek, bu kâinatın bir yerinde âlem-i ervah var.
— Yine bu bal arısında bir hafıza var. Demek, daha büyük bir mikyasta her şeyin kaydedildiği bir levh-i mahfuz var. Bu hafıza levh-i mahfuzun küçük bir misalidir.
— Yine bu bal arısının vücudunda demir, çinko, bakır gibi elementler var. Demek, bu âlemde hem bunlar hem de daha başka elementler var…
İşte bunlar gibi kıyaslamalarla, iyi bir tefekkürü varsa ve bal arısı fihristini iyi okuyabiliyorsa birçok âlemin varlığını keşfeder. Ve sonunda da der ki:
— Bal arısını kim yazmışsa şu kitab-ı kâinatın bütün bablarını, sayfalarını, cümle ve kelimelerini de o yazmıştır. Çünkü kâinat kitabında ne varsa bal arısı ona bir fihriste olmuş. Kâinat başkasının, bal arısı başkasının olamaz!
Ey bal arısını esbaba isnad eden gafil cahiller! Hadi bize bu mucize-i kudretin nasıl vücud bulduğunu ve milyarlarca ferdinin ân-ı vahidde nasıl yaratıldığı anlatın da dinleyelim! Bu cihazlara nasıl sahip olduğunu izah edin de öğrenelim! Bal gibi bir şifayı küçücük karnında nasıl pişirdiğini açıklayın da kabul edelim! Değil bal arısını, antenlerini bile açıklayamaz, izah edemezsiniz. Nerede kaldı kâinatı izah edeceksiniz!
Şimdi, mütalaasını yaptığımız bölümü bir daha okuyalım:
Ve keza, hilkat ve yaratılışın Vacibü’l-vücud’a isnad edilmesini, nazarları çok kısa olanlar, baîd, garib, külfetli olduğunu tevehhüm etmekle inkârına zehab ediyorlar. Hâlbuki esbaba isnad edilirse onların tevehhüm ettikleri bu’d, garabet, külfet kat kat muzaaf olarak hakikate inkılap eder. Çünkü vacibe daha kolay olur.
Mesela bir adamdan birkaç şeyin suduru, birkaç adamdan bir şeyin sudurundan daha ehvendir.
Mesela bal arısının hilkati kudret-i İlahiyeye isnad edilmezse nihayetsiz müşkülat olur. (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Yazar: Sinan Yılmaz