96. Çünkü insan rububiyetin külliyat-ı şuununa bir şahit gibidir…
Lâsiyyemat mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
لأن الإنسان çünkü insan كالشاهد bir şahit gibidir على كليات شؤون الربوبية rububiyetin külliyat-ı şuununa (bütün şuunat-ı rububiyete).
Çünkü insan, rububiyetin külliyat-ı şuununa bir şahit gibidir.
İzah: Rububiyet, Allahu Teâlâ’nın fiilî sıfatlarıyla âlemde tecelli etmesidir. Bu sıfatlardan bazıları şunlardır:
Tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (ilk başta yaratma), ibda (eşsiz bir şekilde yaratma), ihya (diriltme), ifna (yok etme), tasvir (şekil verme), inma (büyütme), tezyin (süsleme), tanzim (nizama koyma), tekmil (kemale ulaştırma), ba’s (öldürdükten sonra diriltme), in’am (nimetlendirme), gufran (affetme), terbib (terbiye etme)…
Rububiyetin külliyat-ı şuunu ise mezkûr fiillerin her şeyi kuşatması ve zerreden şemse kadar her yerde tecelli etmesidir.
İnsan bütün bu faaliyetlere nazır ve şahittir. Bununla da mahlukat üzerinde bir makam kazanır.
وكالدلاّل ve bir dellal gibidir على الوحدانية الإلهية vahdaniyet-i İlahiyeye في دوائر الكثرة kesret dairelerinde.
Ve (insan) kesret dairelerinde vahdaniyet-i İlahiyeye bir dellal gibidir.
İzah: “Kesret dairelerinde” ifadesiyle “geniş daire” ve “büyük mahlukat” kastedilmiştir. Bunun zıddı “cüz’iyat dairesi”dir. Cüz’iyat dairesi ifadesiyle “dar daire” ve “küçük mahlukat” kastedilir. Mesela:
– “Deniz” kesrete, “balık” cüz’iyata dâhildir.
– “Dağ” kesrete, “ağaç” cüz’iyata dâhildir.
– “Yeryüzü” kesrete, “çiçek” cüz’iyata dâhildir.
Bunlar gibi, büyük varlıklar kesrete, küçük varlıklar cüz’iyata dâhildir. Hem kesrette hem cüz’iyatta, hem nevde hem fertte, hem zerrede hem şemste, çiçekten galaksilere kadar her şeyde Allah’ın vahdaniyeti tecelli eder.
İnsan, kesret dairelerinde vahdaniyet-i İlahiyenin bir dellalıdır. Yüzleri kesretten vahdete çevirir ve Allah’ın birliğini ilan eder.
وكالمشاهِد والضابط ve bir müşahit ve zabıt gibidir على تسبيحات الموجودات mevcudatın tesbihatına وهكذا ve hakeza.
Ve (insan) mevcudatın tesbihatına bir müşahit ve zabıt gibidir. Ve hakeza.
İzah: Kur’an-ı Hakîm’de bütün mevcudatın Allah’ı tesbih ettiği bildirilir; bu cihetle her bir mahlukun bir zâkir ve müsebbih olduğuna dikkat çekilir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (İsra 44)
Başka bir ayette şöyle buyrulur:
أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالطَّيْرُ صَافَّاتٍ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلاَتَهُ وَتَسْبِيحَهُ
“Göklerde ve yerde bulunanların ve saf saf olmuş kuşların Allah’ı tesbih ettiklerini görmedin mi? Her biri duasını ve tesbihini bilmiştir.” (Nur 41)
Bir başka ayet de şöyledir:
إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً كُلٌّ لَهُ أَوَّابٌ
“Şüphesiz biz dağları (Davud’a) boyun eğdirdik. Akşam-sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu olarak onun emrine verdik. Hepsi onunla zikir ve tesbih ederdi.” (Sâd 18-19)
Bu makamda insanın vazifesi, mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine nazır olmak, şahit olmak ve onların ibadetini “Ettehiyyâtü lillâh” diyerek Allah’a takdim etmektir. İnsan bununla kıymet kazanır ve mahlukata rüçhaniyet kesbeder.
مما لا يعد من أسباب sayısız esbabındandır تكريمه بالأمانة emanetle onu şereflendirmenin وتقليده بالخلافة ve hilafetle onu görevlendirmenin.
(Zikredilen bu vasıflar) insanı emanetle şereflendirmenin ve hilafetle görevlendirmenin sayısız esbabındandır.
İzah: İnsanın emanet-i kübranın taşıyıcısı olması ve bununla şereflenmesi şu ayet-i kerimede zikredilir:
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
“Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Onu insan yüklendi. Gerçekten o, pek zalim ve çok cahildir.” (Ahzab 72)
Üstad Hazretlerinin beyanına göre, bu emanet insandaki “ene”dir. Allahu Teâlâ insana “ene” namıyla bir benlik vermiştir. “Ene”nin vazifesi, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını keşfetmektir. Yani “ene” bir vâhid-i kıyasîdir. Şöyle ki:
İnsan, sonsuz ve sınırsız olan bir şeyi kavrayamaz ve mahiyetini anlayamaz. Mesela balığa sormuşlar:
— Sen denizi hiç gördün mü?
Balık cevap vermiş:
— Yıllardır onu ararım ama hâlâ bulamadım.
Evet, balık denizdedir ama ondan gafildir. Buna “şiddet-i zuhur” denir. Denizin, balığın üzerindeki şiddeti zuhurundan dolayı balık denizi bilmez ve mahiyetini kavrayamaz.
Yine mesela güneşi sema kadar büyütsek ve gökyüzüne baktığımızda güneşten başka bir şey görmesek, bu durumda, güneşin varlığını bilemeyiz. Zira sınırsız ve sonsuz olan bir şeyin varlığı bilinemez.
Aynı şey Allahu Teâlâ’nın isim ve sıfatları için de geçerlidir. Uluhiyet sıfatları sonsuz ve sınırsız olduğu için insan bunları bilemez ve mahiyetini kavrayamaz. İşte burada devreye “ene” girer. “Ene” uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görür. Şöyle ki:
Mesela bir ev yapan kimse der ki:
— Bu ev benim; evi ben yaptım. Kâinat evi ise Allah’ındır; kâinatı Allah yarattı.
Bu, vehmî bir çizgidir. Zira ev de kendisi de Allah’ın mülküdür. Zaten bu vehmî çizgiyi de sahiplik iddiası için çizmemiştir. Bu vehmî çizgiyi çizmesinin sebebi, Allah’ın isim ve sıfatlarını keşfetmektir. Ne zaman ki uluhiyet sıfatlarını keşfeder, meseleyi anlar; sonra bu mevhum haddi bozup her şeyi Allah’a teslim eder. Şöyle ki:
Evi yapan ilk önce şöyle düşünmeye başlar:
– Ben bu evi irademle yaptım. Evi yapmak istedim ve evin varlığını yokluğuna tercih ettim. Eğer irade sahibi olmasaydım bu ev olmazdı. Demek, Allah’ın da bir iradesi var. Allahu Teâlâ bu kayıtsız iradesiyle kâinat evinin varlığını yokluğuna tercih etmiş ve âlemi yaratmıştır.
– Yine ben bu evi kudretimle yaptım. Eğer kuvvetim olmasaydı -mesela felçli olsaydım- evi yapamazdım. Demek, Allahu Teâlâ’nın da bir kudreti var. Bu sınırsız kudretiyle kâinat evini yaratmış ve bizler için bir mesken yapmış.
– Yine ben bu evi ilmimle yaptım. Eğer mimarlık ve mühendislik ilimlerine vakıf olmasaydım bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da bir ilmi var. Bu sınırsız ilmi ile kâinatı yaratmış. Eğer Allah’ın böyle sonsuz bir ilmi olmasaydı bu kâinat evi de olmazdı.
– Yine ben bu evi yaparken yaptığım işi görüyordum. Eğer âmâ olsaydım ve göremeseydim bu evi yapamazdım. Demek, Allah’ın da -mahiyetini bilemediğimiz- bir görmesi var; Allah basirdir. Eğer basir olmasaydı şu âlemi icat edemez ve böyle intizamla idare edemezdi.
Sizler uluhiyetin diğer sıfatlarını bunlara kıyas edin…
İşte insan “ene”yi bir vâhid-i kıyasî yaparak Allah’ın isim ve sıfatlarını böyle keşfeder. En sonunda da şöyle der:
— Ya Rabbi! Ben de senin mülkünüm, evim de senin mülkündür. Ben vehmî bir had çizip kendimi hayalî bir surette evin sahibi kabul ettim ki seni tanıyayım; senin isim ve sıfatlarını keşfedeyim. Şimdi seni bir derece tanıdım, isim ve sıfatlarını keşfettim; bu vehmî haddi de şu an itibarıyla yok ettim. Her şey senindir ve senin mülkündür.
“Ene” hakkında daha detaylı bilgiyi, Otuzuncu Söz’ün “ene bahsine” havale ediyoruz.
İnsanı hilafetle görevlendirmesi de şudur:
İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Bu mesele Kur’an’da şöyle geçmektedir:
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً
“Bir vakit Rabbin meleklere dedi ki: Şüphesiz ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara 30)
Başka bir ayette de şöyle geçiyor:
هُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلاَئِفَ فِي الْأَرْضِ
“O Allah ki sizi yeryüzünde halifeler yaptı.” (Fatır 39)
Bir kısım âlime göre, insanın halife olması, insanlar arasında Allah adına hükmetmesi sebebiyledir.
İbni Mesud’un görüşüne göre, Hazreti Âdem ve insan yeryüzüne hükmettiği için Allah’ın halifesi olmuştur. Şu ayet-i kerime bu manayı kuvvetlendirmektedir:
يَا دَاوُودُ إِنَّا جَعَلْنَاكَ خَلِيفَةً فِي الْأَرْضِ فَاحْكُم بَيْنَ النَّاسِ بِالْحَقِّ
“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O hâlde insanlar arasında adaletle hükmet” (Sâd 26)
İmam Gazzâlî Hazretleri, insanın Allah tarafından üflenen bir ruh taşıması ve Allah’ın Hazreti Âdem’i kendi suretinde yaratması hasebiyle Allah ile insan arasında manevi mahiyette özel bir münasebetin bulunduğunu söyler ve insanın Allah’ın halifesi olmasını bu münasebete bağlar. Yine İmam Gazzâlî, Allah’ın Hazreti Âdem’e isimlerini öğretmiş olması sebebiyle, Hazreti Âdem’in Allah’ın halifesi olmaya hak kazandığını belirtir.
Sinan Yılmaz