1. Yirmi Sekizinci Söz’ün Arapça ikinci makamı ve Onuncu Söz’ün esasıdır…
من براهِينِ الْحَشْرِ والآخرة
Haşir ve ahiretin burhanlarından
لا سيمات
Lâsiyyemat
المقامُ الثانِي العربيُّ من الكلمة الثامنة والعشرين واساسُ الكلمةِ العاشرة
Yirmi Sekizinci Söz’ün Arapça ikinci makamı ve Onuncu Söz’ün esasıdır.
İzah: Demek, biz Lâsiyyemalar Risalesi’ni mütalaa ettiğimizde, aynı zamanda Onuncu Söz’ü ve Yirmi Sekizinci Söz’ün Arabî ikinci makamını da mütalaa etmiş olacağız. Onuncu Söz’de tafsilî bir şekilde izah edilen deliller burada icmalî bir surette beyan edilmiş.
Üstadımız risaleye şöyle giriş yapıyor:
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد bütün hamdler للّه Allah’a mahsustur الذي o Allah ki شهِدت şehadet etti على وجوب وجوده O’nun vücub-u vücuduna ووحدته ve vahdetine ذراتُ الكائنات kâinatın zerreleri ومركباتُها ve mürekkebatı بلسان عجزها وفقرها aczlerinin ve fakrlarının lisanıyla.
Bütün hamdler, kâinatın zerreleri ve mürekkebatının -aczlerinin ve fakrlarının lisanıyla- vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ettikleri Allah’a mahsustur.
İzah: Üstadımız en basit ifadelerinde bile cümleyi bir hakikatle dokuyor. Mesela bu cümle…
Üstadımız bu cümlede Allah’a hamdüsena ediyor. Ama hamdini öyle ifade ediyor ki o hamd içinde Allah’ın varlığına ve birliğine bir delil sunuyor. Yani sadece, “Allahu Teâlâ’ya hamdolsun.” demiyor. Diyor ki: “O Allah’a hamdolsun ki kâinatın zerratı ve mürekkebatı, aczlerinin ve fakrlarının lisanıyla O’nun varlığına ve birliğine şehadet eder.”
Allah’ı böyle tavsif ediyor. Risalelerdeki en basit cümlelerde bile işte böyle bir marifetullah dersi vardır. Şimdi, mahlukatın âcizlik ve fakirlik lisanıyla Allah’ın varlığına ve birliğine şehadet etmesini mütalaa edelim:
Şu âlemdeki her bir mevcut, zatında sabit olan âcizliğin ve fakirliğin lisan-ı hâliyle Allah’ın vücub-u vücuduna -yani varlığının vacib ve kati oluşuna- ve vahdetine şehadet eder. İlk önce âcizlik lisanıyla yapılan şehadeti, daha sonra da fakirlik lisanıyla yapılan şehadeti tefekkür edelim.
Mesela bir çocuk görseniz, trene bağlanan ipi tutmuş; treni çekiyor. Hemen dersiniz ki:
— Bu treni çeken bu çocuk olamaz. Çünkü bu treni çekmek için gereken kuvvet bu çocukta yoktur. O hâlde benim göremediğim başka bir kuvvet olmalıdır. Bu çocuk sadece o kuvvetin bir perdesidir.
Size bu muhakemeyi yaptıran şey, sebep ile netice arasındaki dengesizliktir. Misaldeki çocuk sebeptir, treni çekmesi ise neticedir. Sebebin gayet zayıf ve âciz olması, neticenin meydana gelebilmesi için ise büyük bir kuvvete ihtiyaç duyulması; sebebi faillik makamından tard eder ve başka bir failin varlığını ispat eder.
Yani misalimizdeki çocuk aczinin lisan-ı hâliyle der ki:
— Bu treni çekmek için büyük bir kuvvete ihtiyaç vardır ki bu kuvvetin binde biri bende bulunmaz. İşte bu hâl ispat eder ki treni çeken ben değilim. Ben sadece bir perdeyim.
Aynen bu misalde olduğu gibi, her bir varlık da nihayetsiz acziyle birlikte harikulade işler yapıyor. Mesela:
– Küçücük tohumlar dağ gibi ağaçları taşıyor.
– Ağaçlar, elleri hükmündeki dallarla tatları ve şekilleri farklı meyveleri bize uzatıyor.
– Simsiyah toprak âdeta bir kazan olup kaynıyor, içinde her türlü sebzeyi pişiriyor.
– Zehirli bir böcek balı yapıyor.
– Elsiz bir böcek ipeği dokuyor…
Saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok mucizevî işler her an gözümüz önünde yapılıyor. Neticeleri meydana getiren sebepler gayet âciz, cahil ve basit iken; onlardan meydana gelen neticeler gayet sanatlı, hikmetli ve kıymetli oluyor.
İşte bu hâl ispat eder ki: Bu neticeleri yaratan, bu sebepler değildir. Bilakis bu işleri yapan Allahu Teâlâ’dır. Sebepler ise sadece Allah’ın kudretine bir perdedir.
Demek, her bir varlığın zatındaki acziyet ile beraber, kendi kuvvetinin binler fevkinde işler yapması, aczinin lisan-ı hâliyle bir şehadettir ki Allah’ın varlığını ve birliğini bu şehadetle ispat eder.
Mahlukatın lisan-ı acz ile yaptıkları şehadeti daha sonra derinlemesine tefekkür edersiniz. Bu tefekkürde sebep ve neticeler arasındaki uyumsuzluğu düşünmelisiniz. Mesela şu hadiselere bakabilirsiniz:
– Bulut sebeptir, yağmur netice.
– Yumurta sebeptir, tavuk netice.
– Beyin sebeptir, onda bir kütüphanenin yazılması netice.
– Atomlar sebeptir, seslerin nakli netice.
– İnek sebeptir, süt netice.
– Zerrecikler gibi tohum ve çekirdekler sebep, koca ağaçları taşımaları ve dağ gibi yükleri kaldırmaları netice.
– İpek gibi yumuşak kök ve damarlar sebep, sert olan taş ve toprağı delip geçmeleri netice. Ve hakeza…
Tefekkürünüz esnasında sebeplerin ne kadar âciz, basit, cansız ve cahil olduğunu; neticelerin ise son derece sanatlı ve hikmetli olup, ilmin ve kudretin eserini gösterdiğini düşünün. Daha sonra da bu sebepler arkasında, işi yapan zatı yani Allahu Teâlâ’yı akıl gözü ile görün.
Mahlukatın lisan-ı acz ile yaptıkları şehadeti öğrendik. Şimdi de fakr lisanıyla yaptıkları şehadeti konuşalım:
Her bir varlık, zatında son derece fakirdir. İhtiyacının binde birini karşılamaya gücü yoktur. Mesela insanı ele alalım:
Göze ihtiyacımız var, kulağa ihtiyacımız var, dile ihtiyacımız var; kalbe, akla, hafızaya ihtiyacımız var ve saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok duygu ve cihazata ihtiyacımız var.
— Peki, bunların en küçüğünü yapmaya gücümüz yeter mi?
Yetmez. Ama bakıyoruz, bütün ihtiyaçlarımız mükemmelen karşılanıyor. İşte bu durumda, nihayetsiz bir fakirlik içinde iken, bütün ihtiyacımızın karşılanmasının lisan-ı hâliyle Allah’ın varlığına şehadet etmiş oluyoruz.
Yani fakrın lisan-ı hâliyle diyoruz ki:
— Bir Zat-ı Kerim var, bütün ihtiyaçlarımızı o karşılıyor; bizi nazenin bir bebek gibi besliyor.
Sadece bizim de değil, bütün mahlukatın ihtiyaçlarını kerîmane bir şekilde karşılıyor. Her bir mahluk binler ihtiyaç içinde yuvarlanırken, umulmadık bir yerden, vakt-i münasibte ihtiyaçları karşılanıyor. Hâlbuki bu varlıklar ihtiyaçlarının değil binde birini, milyonda birini bile kendi sermayeleriyle karşılayamaz. İşte bu hâl, fakrın lisan-ı hâliyle bir şehadettir ki her bir mevcud, ihtiyacının karşılanmasıyla, bir Zat-ı Rahim ve Kerim’in vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder.
Daha sonra bu delili de tefekkür edelim. Mahlukatın fakirlikleri ile birlikte, ihtiyaçlarının nasıl karşılandığını, aza ve cihazlarla nasıl donatıldığını, rızıklarının nasıl gönderildiğini düşünüp her birinin arkasından “Lâ ilâhe illallah” diyelim ve Allah’ın vücub-u vücudunu ve vahdetini biz de ilan edelim.
Buraya kadar sadece bir cümlenin izahını yaptık. Her zaman dediğim gibi, yavaş yavaş ama anlaya anlaya okuyacağız. Az okuyup çok tefekkür edeceğiz. Mütalaa ve tefekkür ile manayı kalbe, akla ve latifelere işleteceğiz. İnşallah, bu mütalaalar en sonunda bizleri insan-ı kâmil makamına çıkaracak. En azından maksudumuz ve matlubumuz budur.
Yazar: Sinan Yılmaz