4. Üçüncü Reşha: O zat (a.s.m.) güneş gibidir; zatıyla zatına delalet eder.
الرشحة الثالثة
Üçüncü Reşha
اعلم أنه şunu bil ki كما nasıl ki تُصدّقه onu tasdik ediyor الدلائلُ الآفافية âfâkî deliller…
Şunu bil ki: Nasıl ki âfâkî deliller onu tasdik ediyor…
İzah: Delâil-i âfâkîye ile kastedilen mana, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın nübüvvetine delalet eden haricî delillerdir. Bu delillerin bir kısmını İkinci Reşhada mütalaa etmiştik.
– İrhasat denilen, nübüvvetten önce kendisinde harikulade hâllerin zuhur etmesi.
– Semavi kitapların ondan haber vermesi ve geleceğini müjdelemesi.
– Hâtiflerin -yani sesi işitilip kendisi görünmeyen cinnîlerin- beşareti ve haber vermesi.
– Bine yakın mucize göstermesi.
– Dünya ve ahiret saadetini temin eden şeriatı…
Bunlar gibi deliller delâil-i âfâkîye kısmına dâhildir.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın nübüvveti bu kısım delâil-i âfâkîye ile musaddaktır.
كذلك bunun gibi هو o كالشمس güneş gibidir يدل على ذاته بذاته zatıyla zatına delalet eder.
Bunun gibi, o, güneş gibidir; zatıyla zatına delalet eder.
İzah: Güneşin varlığını ispat etmek için kâinatı gezip her yere bakmaya ihtiyaç yoktur. Kim başını kaldırıp semaya baksa, güneşi kendisine tebessüm ederken görür.
Aynen bunun gibi, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın nübüvvetini ispat etmek için de âlemi gezmeye gerek yoktur. Peygamberimiz (a.s.m.) zatını, zatıyla ziyalandırarak gösterir. Yani sahip olduğu güzel hasletlerin lisan-ı hâliyle nübüvvetini ve peygamberliğini ispat eder.
فتُصدقه onu tasdik eder الدلائلُ الأنفسية enfüsi deliller.
Enfüsi deliller onu tasdik eder.
İzah: Delâil-i enfüsiye: Takva, zühd, güzel ahlak, ubudiyet, metanet ve kemal-i ciddiyet gibi, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın zatında sahip olduğu vasıflardır ki bunların her biri onun sıdkına şehadet eder.
Bu Üçüncü Reşhanın konusu da budur. Üstad Hazretleri bu Üçüncü Reşhada, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın sahip olduğu kemal sıfatları beyan ederek nübüvvet-i Ahmediye’yi (a.s.m.) ispat ediyor.
اذ zira اجْتماعُ toplanması أعالِي en üstünlerinin جميعِ الاخلاق الحميدة bütün ahlak-ı hamîdenin في ذاته onun zatında بالأتفاق ittifakla…
Zira bütün ahlak-ı hamîdenin en üstünlerinin ittifakla onun zatında toplanması…
Not: Cümlenin haberi en sonda geliyor.
İzah: İnsan güzel ahlakın bir kısmına sahip olabilir. Ancak güzel ahlakın her çeşidine sahip olmak ancak ehass-ı havassa mahsustur. Bir de her bir sıfata zirve seviyede sahip olup, bu sıfatların birbirini nakzetmemesi neredeyse mümkün değildir.
Peygamberimiz (a.s.m.) ise ahlak-ı hamîdenin her bir sıfatına en yüksek seviyede sahipti. Bu da onun sıdkını ve doğruluğu ispat eder.
Kemal odur ki dost değil, düşman onu takdir ede… Peygamberimiz (a.s.m)’ın ahlakını düşmanları dahi tasdik etmiştir. Bu tasdiklerin bir kısmını İşârâtü’l-İ’caz tefsirinin sonunda bulabilirsiniz.
وكذا Ve keza جمعُ شخصيتِه المعنوية şahsiyet-i maneviyesinin toplaması في وظيفته vazifesindeki أفاضلَ en faziletlilerini جميعِ السجايا العاليةِ bütün yüksek seciyelerin والخصائل النزيهة ve nezih hasletlerin…
Ve keza, bütün yüksek seciyelerin ve nezih hasletlerin en faziletlilerini, vazifesindeki şahsiyet-i maneviyesinin toplaması…
İzah: Üstad Hazretleri Üçüncü Reşhada buraya kadar, genel ifadelerle Peygamberimiz (a.s.m.)’ın güzel ahlak sahibi olduğunu, yüksek seciyelere ve nezih hasletlere malik olduğunu beyan etti.
Üçüncü Reşhanın bundan sonraki kısmında tafsile girecek ve ahlak-ı hamîdenin, yüksek seciyelerin ve nezih hasletlerin neler olduğunu beyan edecek. Buraya kadar okuduğumuz kısım delilin girişiydi.
وكذا Ve keza قوةُ إيمانه imanının kuvveti بشهادة şehadetiyle قوةِ زهده zühdünün kuvvetinin وقوةِ تقواه takvasının kuvvetinin وقوةِ عبوديته ve ubudiyetinin kuvvetinin…
Ve keza, zühdünün kuvvetinin, takvasının kuvvetinin ve ubudiyetinin kuvvetinin şehadetiyle imanının kuvveti…
İzah: Efendimiz (a.s.m.)’ın imanı emsalsizdir ve bu imanı onun hakkaniyetine bir delildir. İmanındaki kuvvete şöyle bakın ki:
O zamanda hükümferma olan bütün Ehl-i kitap din adamları, bütün fikirler ve inançlar, filozofların hikmetleri, manevi reislerin ilimleri Efendimiz (a.s.m.)’a karşı ve muhalif idi. Hepsi Peygamberimizin davasını reddediyordu. Lakin bu hâl onun ne yakînine, ne itikadına, ne itimadına, ne imanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf ve hiçbir vesvese veremedi. İşte Peygamberimiz (a.s.m.)’ın böyle kuvvetli bir imanı vardı.
Yine maneviyatta ve imanda terakki eden başta sahabeler olarak bütün ehl-i velayet her vakit Peygamberimizin mertebe-i imanından feyiz almış ve onu imanda en yüksek derecede bulmuştur. İşte bu hâl ispat etmektedir ki onun imanı emsalsizdir ve nübüvvetine bir delildir.
İmanının kuvvetine ait binler misalden yalnız şu misale bakalım ki:
Ebû Tâlib Peygamberimiz (a.s.m.)’a gelir ve der ki:
— Ey kardeşimin oğlu! Kavminin büyükleri bana gelip senin onlara dediklerini söylediler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç.
Ebû Tâlib’in bu sözüne Peygamberimizin cevabı şöyle oldu:
— Şunu bilesin ki ey amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler; ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Allah ya bu dini hâkim kılar yahut ben bu uğurda canımı feda ederim!
Herhâlde Efendimiz (a.s.m.)’ın bu sözü imanının kuvvetine delildir. Üstadımız, Efendimiz (a.s.m.)’ın imanının kuvvetini anlatırken şöyle dedi: Zühdünün kuvvetinin, takvasının kuvvetinin ve ubudiyetinin kuvvetinin şehadetiyle imanının kuvveti…
Bu ifadede Üstadımız, Peygamberimizin imanına zühdünü, takvasını ve ubudiyetini şahit yaptı.
— Acaba Üstadımızın, Peygamberimizin imanına bu üç vasfı şahit yapmasının sebebi nedir?
Bunun sebebi şudur:
Bir kişi bir davayla ortaya çıksa, davasında samimi olup olmadığını anlamak için şu üç şeye bakabiliriz:
1. Bu kişi davasını dünyalığı kazanmaya alet ediyor mu?
2. Bu kişi davasını dünya lezzetlerini ve keyiflerini yaşamaya alet ediyor mu?
3. Bu kişi dediği ile amel ediyor mu?
Eğer bir kimse bir dava ile ortaya çıkar ve bu davasını dünyalığı kazanmaya ve dünya lezzetlerini yaşamaya alet ederse ve dediği ile de amel etmezse, bu hâl o kişinin davasında samimi olmadığını ispat eder.
Şimdi, bu kaziyeyi Efendimiz (a.s.m.) hakkında düşünelim:
Peygamberimiz (a.s.m.) bir dava ile meydana çıkmış. Davası tevhiddir ve imandır. İmanında samimi olup olmadığını anlamak için ilk önce şuna bakarız:
— Bu zat (a.s.m.) davasını ve imanını dünyalığı kazanmaya alet etmiş mi?
Bu cihete baktığımızda karşımıza Peygamberimizin zühdü çıkar ve der ki:
— Değil dünyaya alet etmek, dünyanın bir taşına dahi kıymet vermemiş; fakir bir kul olarak yaşamış ve fakir bir kul olarak ölmüş. Ve bunu bütün dünyayı kazanabilecek imkânı varken yapmış.
Peygamberimizin zühdüne ait onlarca misal verilebilir. Biz bir tane ile iktifa edelim:
Enes bin Malik Hazretleri şöyle naklediyor:
Hz. Fatıma Validemiz, Peygamberimiz (a.s.m.)’a bir ekmek parçası getirdi. Peygamberimiz (a.s.m.):
— Ey Fatıma! Bu parça nedir, dedi.
Hz. Fatıma:
— Bir somun yaptım. Bu parçayı sana getirmeden içim rahat etmedi, diye cevap verdi.
Bunun üzerine, Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle dedi:
—Bu, üç günden beri babanın ağzına giren ilk yiyecektir. (İbn Sa’d, Tabakatü’l-Kübra, I, 114; Zebidî, İthafu’s-Sadetil-Muttakîn, VII, 391)
Peygamberimizin zühdünün diğer misallerini sizler bulup tefekkür edebilirsiniz. Efendimizin bu zühdü birinci kapıyı -yani davasını ve imanını dünyalığı kazanmaya alet etmiş mi- kapısını kapattı.
Şimdi, ikinci ihtimali düşünelim:
— Peygamberimiz davasını ve imanını dünyanın keyif ve lezzetlerini yaşamaya alet etti mi?
Bu cihete baktığımızda karşımıza Peygamberimizin takvası çıkar ve der ki:
— Değil gayrimeşru lezzetleri, meşru lezzetleri dahi terk etmiş ve dinin hiçbir haramını çiğnememiştir. Hâlbuki dileseydi, bütün dünya lezzetlerini ve keyiflerini tadabilirdi. Lakin tatmamış, meyil dahi etmemiştir.
Peygamberimizin takvasına ve dünyevi lezzetleri terk etmesine ait onlarca misal verilebilir. Biz bir tane ile iktifa edelim:
Hazreti Aişe Validemiz şöyle diyor: Resulullah (a.s.m.)’a bir bardak getirilmişti. İçinde süt ve bal vardı. Allah’ın Resulü (a.s.m.) şöyle buyurdular:
— Bir içecek içinde iki nimet, bir bardak içinde iki katık… Benim buna ihtiyacım yok. Ancak bunun haram olduğunu düşünmüyorum. Sadece kıyamet günü Cenab-ı Hakk’ın dünyadaki fazlalıklardan dolayı beni hesaba çekmesinden korkuyorum. (Heysemî, X, 325)
Gördüğünüz gibi, Peygamberimiz takvası sebebiyle, değil günahları ve haramları, dünyevi lezzetleri dahi terk etmiştir. Peygamberimizin bu takvası ikinci kapıyı -yani davasını ve imanını dünya lezzetlerini yaşamaya alet etmiş mi- kapısını da kapattı.
Şimdi, üçüncü ihtimali düşünelim:
— Peygamberimiz (a.s.m.) dediği ile amel etti mi?
Bu cihete baktığımızda karşımıza Peygamberimizin ubudiyeti çıkar ve der ki:
— Bu zat (a.s.m.) ibadette dahi en ileridedir. İmanda kemali olmayan bir kimse böyle bir ibadete dayanamaz.
Peygamberimizin ubudiyetine dair onlarca misal verilebilir. Biz bir iki tane ile iktifa edelim:
Hz. Aişe Validemiz diyor ki: Peygamberimiz (a.s.m.) mübarek ayakları şişinceye kadar geceleri ibadet ederdi. Ben kendisine:
— Ey Allah’ın Resulü, geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allahu Teâlâ bağışladığı hâlde niçin bu kadar yoruluyorsunuz?” dedim.
Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurdu:
— Ya Aişe, Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?
Abdullah İbni Mesud Hazretleri diyor ki:
— Bir gün Allah’ın Resulü ile beraber gece namazı kılmaya azmettim. Geceyi onunla geçirip onun yaptığı ibadeti ben de yapacaktım. Namaza durdu, ben de durdum. Fakat bir türlü rükûa gitmiyordu. Bakara suresini bitirdi. (Bakara suresi 48 sayfadır.) Şimdi rükûa gider, dedim fakat o devam etti. Sonra Âli İmran’ı, sonra da Nisa suresini okudu. (Bu iki sure de 56 sayfadır.) Ardından rükûa vardı. Namaz esnasında o kadar yoruldum ki bir ara aklıma kötü düşünceler geldi.
Onu dinleyenler arasından biri İbni Mesud’a sordu: Ne düşünmüştün?
İbni Mesud Hazretleri şöyle cevap verdi: Namazı bozup onu namazıyla baş başa bırakmayı düşünmüştüm.
Evet, Efendimiz (a.s.m.) bazen bir rekâtta yüz sayfa okurdu. Yine haftanın bir iki gününde mutlaka oruç tutar hatta bazen de savm-ı visal yapardı. Yani hiç iftar etmeden iki gün üst üste oruç tutardı.
Bu meselenin misalleri günlerce anlatılsa bitmez. İşte böyle bir ubudiyet Peygamberimizin imanına şahittir.
Demek, Üstad Hazretlerinin Peygamberimizin imanına şahit olarak zühdünü, takvasını ve ubudiyetini göstermesi, bu üç sıfatın imandaki ihlası ispat etmesinden dolayıdır.
Gördüğünüz gibi, Üstadımız hiçbir kelimeyi boşu boşuna kullanmıyor. Her kelimenin bir manası var. Bu manaları ancak mütalaa ile çıkarabiliriz. Risaleleri gazete gibi okursak, bu manalar kaybolur ve gizlenir.
وكذا ve keza كمالُ وثوقه kemal-i vüsûku بشهادة سِيَره siyerinin şehadetiye وكمالُ جديته kemal-i ciddiyeti وكمالُ متانته ve kemal-i metaneti…
Ve keza, siyerinin şehadetiye kemal-i vüsûku, kemal-i ciddiyeti ve kemal-i metaneti…
İzah: Üstad Hazretleri siyer-i nebîyi delil göstererek, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın üç vasfını beyan etti:
Birincisi: Kemal-i vüsûku. Vüsûk: Davasına olan güvenden kaynaklanan gönül rahatlığıdır. Efendimiz (a.s.m.) hiçbir hareketinde ve hiçbir sözünde tereddüt etmemiş, davasına olan güvenden gelen bir gönül rahatlığı ile davasını tebliğ etmiştir. Ne insanlardan çekinmiş ne de kendisine meydan okuyan Ehl-i kitabın âlimlerinden! Onlarla muarazaya girdiği vakit zerre miskal eser-i telaş ve tereddüt göstermemiş.
İkincisi: Kemal-i ciddiyeti. Peygamberimiz (a.s.m.) ciddiyete muhalif hareketlerde asla bulunmazdı. Boş ve lüzumsuz konuşmaz, dedikodu yapmaz, kimsenin aleyhinde söz söylemezdi. Sadece tebessüm eder, kahkahayla gülmezdi. Hayatının her anında tam bir ciddiyet sahibiydi. Bütün siyer-i nebî, Efendimiz (a.s.m.)’ın bu ciddiyetine şahittir.
Üçüncüsü: Metaneti. Metanet, dayanıklılık demektir. Efendimiz (a.s.m.) Allah’a tevekkül etmiş ve Ona güvenmişti. Bu sebeple de her hadise karşısında son derece dayanaklı idi. Bütün milletler hatta kendi kavim ve kabilesi dahi ona düşman oldukları hâlde zerre miskal yılgınlık, bıkkınlık, yorgunluk ve âcizlik göstermemiş; تَزُولُ الْجِبَالُ وَلاَ يَزُولُ “Dağlar kaysa, o kaymaz.” sözüne tam bir misal olmuştur.
وكذا ve keza قوةُ أمنيته في حركاته hareketlerindeki kuvvet-i emniyeti بشهادت şehadetiyle قوةِ اطمئنانه kuvvet-i itminanının…
Ve keza, kuvvet-i itminanının (tam bir kalp rahatlığının) şehadetiyle, hareketlerindeki kuvvet-i emniyeti…
İzah: Efendimiz (a.s.m.) hayatında hiç korkmamış; kendinden emin bir şekilde davasını ilan ve ispat etmiş. Efendimiz (a.s.m.)’ın kuvvet-i emniyetine şu ayetin dürbünüyle bakabiliriz:
قُلْ (Ey Habibim! Onlara) De ki: ادْعُوا شُرَكَاءكُمْ Bütün ortaklarınızı, Allah’tan başka bütün taptıklarınızı çağırın; ثُمَّ كِيدُونِ sonra bana tuzak kurun, فَلاَ تُنْظِرُونِ bana göz bile açtırmayın, إِنَّ وَلِيِّيَ اللَّهُ şüphesiz benim dostum Allah’tır. (A’raf 195-196)
İşte Efendimiz (a.s.m.) âleme böyle meydan okumuş… Çünkü biliyor ki وَاللَّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ “Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (Maide 67) ayetinin beyanıyla, onun koruyucusu, hamisi ve muhafızı Allah’tır. Bu inanç da ona emsalsiz bir kuvvet-i emniyet vermiştir.
Üstad Hazretleri baştan beri okuduğumuz bütün cümleleri şu neticeye bağlıyor: (Bu netice aynı zamanda önceki cümlelerin haberidir.)
تُصدقه onu tasdik ediyor في دعوَى davasında تَمسّكِه بالحق hakka temessükü وسلوكه على الحقيقة ve hakikate sülûkü.
(Bütün sayılan hakikatler) hakka temessükü ve hakikate sülûkü davasında onu tasdik ediyor.
كما تُصدق tasdik ettiği gibi الأوراقُ الخضِرة yeşil yaprakların والأزهارُ النضِرة güzel çiçeklerin والأثمارُ الطريّة ve taze meyvelerin حياةَ شجرتِها ağaçlarının hayatını
Yeşil yaprakların, güzel çiçeklerin ve taze meyvelerin, ağaçlarının hayatını tasdik ettiği gibi.
İzah: Şöyle bir soru sorsam:
— Bir ağacın hayattar olup olmadığını ne ile anlarsınız?
Mesela iki kişi bir ağacın hayatı hususunda tartışsa… Birisi: “Bu ağacın hayatı var.” derken, diğeri: “Bu ağaç ölüdür.” dese, hangisinin haklı olduğuna nasıl hükmedersiniz?
Cevap şudur: Hemen ağacın dallarına bakarız. Dallarında yaprak, çiçek ya da meyve varsa ağacın hayattar olduğuna hükmederiz. Bu durumda ağacı incelemeye gerek yoktur. Çünkü daldaki hayat ağaçtan gelir. Ölü bir ağacın dallarında meyve ve çiçek olmaz. Ağacın dalındaki meyve ve çiçekler, ağacın ölü olduğunu söyleyen kişiye lisan-ı hâl ile şöyle derler:
— Ey ağacımızı ölü zanneden kişi! Bizim hayatımızı görmüyor musun? Eğer senin dediğin gibi, ağacımız ölü olsaydı, biz nasıl var olurduk? Bizim varlığımız ve hayatımız ağacımızın hayatına delildir.
Aynen bunun gibi, Efendimiz (a.s.m.) da -teşbihte hata olmasın- nurani bir ağaçtır. Her bir güzel hasleti bu ağacın bir meyvesidir ve çiçeğidir. Takvası, zühdü, ubudiyeti, kuvve-i imaniyesi, tevazusu, derece-i vüsûku, kemal-i ciddiyeti, metaneti, kuvvet-i emniyeti ve bunlar gibi onlarca hasleti, bu ağacın birer meyvesi ve çiçeğidir. Bu meyveler ve çiçekler Efendimiz (a.s.m.)’ın hakkaniyetine şehadet ederler. Zira Peygamberimiz (a.s.m.) -hâşâ- yalancı olsaydı, bu güzel hasletlerin hiçbiri onda bulunmazdı. Ahlak-ı hasenenin her bir hasletine zirve derecede malik olan Hz. Muhammed (a.s.m.) bütün güzel hasletlerinin şehadetiyle Allah’ın resulüdür ve elçisidir. Âmennâ ve saddeknâ.
Yazar: Sinan Yılmaz