26. Yedinci Reşha: Onu harekete getirenin ne olduğunu eğer öğrenmek istersen…
الرشحة السابعة
Yedinci Reşha
فان شئت أن تعرف eğer öğrenmek istersen أنّ ما يُحركه onu harekete getirenin ne olduğunu انما هو قوةٌ قدسية o (onu harekete getiren) ancak bir kuvvet-i kudsiyedir.
Eğer onu harekete getirenin ne olduğunu öğrenmek istersen, onu harekete getiren ancak bir kuvvet-i kudsiyedir.
فانظر إلى إجراآته onun icraatlarına bak في هذه الجزيرة الواسعة bu geniş adadaki.
Onun bu geniş adadaki icraatlarına bak.
ألا ترى görmez misin هذه الأقوامَ الوحشية bu vahşi kavimleri في هذه الصحراءِ العجيبة bu acip sahradaki المتعصبين لعاداتهم âdetlerine mutaassıp olan المعاندين في عصبيتهم وخصامهم asabiyetlerinde ve düşmanlıklarında inatçı olan القاسيةَ قلوبُهم kalpleri katı olan بدرجةٍ يدفِن أحدُهم بنتَه حيَّةً onlardan birisi kızını diri olarak gömecek derecede بلا تأثُّرٍ etkilenmeden…
Âdetlerine mutaassıp, asabiyetlerinde ve düşmanlıklarında inatçı, onlardan birisi etkilenmeden kızını diri olarak gömecek derecede kalpleri katı olan, bu acip sahradaki bu vahşi kavimleri görmez misin?
كيف رفع هذا الشخصُ bu şahıs nasıl kaldırdı (neyi) جميعَ اخلاقهم السيئة والوحشية onların bütün kötü ve vahşi ahlaklarını وقلعها في زمان قليل ve az bir zamanda onları kökten (nasıl) kopardı وجهّزهم باخلاق حسنة عالية ve onları güzel ve yüksek ahlak ile (nasıl) teçhiz etti فصيّرهم معلمي العالم الانسانيِّ وأساتيذَ الامم المتمدنة onları insanlık âleminin muallimleri ve medeni ümmetlerin üstadı (nasıl) yaptı.
Bu şahıs, onların bütün kötü ve vahşi ahlaklarını nasıl kaldırdı ve az bir zamanda onları kökten nasıl kopardı? Onları güzel ve yüksek ahlak ile nasıl teçhiz etti ve onları insanlık âleminin muallimleri ve medeni ümmetlerin üstadı nasıl yaptı.
İzah: Bu delilin odak noktası Efendimiz (a.s.m.)’ın ahlak-ı seyyieyi ahlak-ı hasene ile tebdil etmesidir. Bu delili şöyle tefekkür edelim:
Küçük bir topluluk düşünün… Bu topluluk son derece inatçı ve âdetlerine son derece bağlı olsun ve bu âdetler onların damarlarına kadar karışıp benliklerine işlemiş olsun. Siz de faraza, böyle bir toplulukta büyük bir hâkimsiniz.
— Acaba büyük bir hâkim olmakla birlikte, çok da çalışıp gayret gösterseniz, bu küçük ve inatçı kavimdeki kaç âdeti değiştirip yerlerine güzel ahlakı tesis edebilirsiniz?
Bu soruya cevap vermeden önce şunları da bir düşünün:
– Bir baba öz evladındaki kötü bir ahlakı onlarca nasihate rağmen bazen değiştiremiyor.
– Bir öğretmen o kadar çabasına rağmen bir öğrencinin kötü ahlakını bazen yok edemiyor.
– Bunca kanun koyucu şiddetli cezalara rağmen hırsızlık gibi basit bir suçu önleyemiyor.
– Bir doktor sigara gibi küçük bir alışkanlığı bir bağımlıya bıraktıramıyor. Hayati tehlikesi olduğunu söylemesine rağmen sigaradan onu vazgeçiremiyor.
– Hatta nice padişahlar gelmişler, o kadar kuvvet ve ihtişamlarıyla ufak tefek âdetleri kaldıramamışlar. Ne kadar yasaklasalar ve ceza verseler de o işin önüne geçememişler.
Şimdi, acaba siz büyük bir hâkim olsaydınız, âdetlerine son derece bağlı ve inatçı küçük bir topluluktan kaç âdeti ne kadar zamanda kaldırabilirdiniz?
Peki, bir zatı görseniz, hâkim değil. Maddi hiçbir imkânı ve zorlayıcı hiçbir kuvveti yok. Hem öyle bir kavimde ki bu kavim hem kalabalık hem de inanç ve âdetlerine son derece bağlı… Hatta bu inanç ve âdetler onların ikinci fıtratı olmuş.
Şimdi, hâkim olmayan ve zorlayıcı hiçbir kuvveti bulunmayan bu zat bu kavmin inançlarını tamamen değiştirse, onların kötü ahlakını yok edip yerlerine en güzel ahlakı tesis etse ve bunu çok kısa bir zamanda yapsa; bu zatın harikulade bir zat olduğundan şüphe eder misiniz?
İşte Hz. Muhammed (a.s.m.) bunu yapmıştır. O, küçük bir kuvvet ve küçük bir himmetle, asırlarca devam eden birçok büyük âdeti hem de inatçı ve âdetlerine son derece bağlı bir kavimden, kısa bir zamanda kaldırmış ve yerlerine öyle yüksek bir ahlakı yerleştirmiştir ki bunun tarihte emsali yoktur.
Dilerseniz, tefekkürümüzü biraz daha genişletelim:
Öyle bir asırdan bahsediyoruz ki vahşetin en kötüsü sıradan bir âdet gibi işleniyor. Kızlar diri diri toprağa gömülüyor.
Bu gömme işlemindeki metotlardan birinde bu işi bizzat anne yapıyor. Şöyle ki: Nikâh sırasında verilen karara göre, anne doğumunu çölde açılan bir çukurun yanında gerçekleştiriyor. Çocuk eğer erkek ise kundaklayıp alıyor fakat kız doğduğu takdirde hemen çukura atıp üzerine toprak dolduruyor ve kabilenin diğer kadınları da bu olaya tanıklık ediyor.
En yaygın uygulama ise kız çocuğunun yedi yaşına geldiğinde öldürülmesi. Baba, anneye ölüm şifresini, “Kızı hazırla da dayısına götüreyim.” şeklinde veriyor. Hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı kız çocuğu en güzel elbisesini giyip süslendikten sonra babasının elinden tutarak çöle doğru yol alıyor. Bir akraba ziyaretinin sevinci ve neşesiyle…
Daha önceden hazırlanmış ölüm kuyusunun başına geldiklerinde, baba bir şey arıyormuş gibi kuyuya eğiliyor; onunla beraber yedi yaşındaki masum kızı da… Sonra kendi babası tarafından bir çöl kuyusuna savrulan kız çocuğunun feryatları… Ve babanın, çocuğunun üzerini toprakla doldurması… Tarihler Asım oğlu Kays isminde bir Bedevi’nin bu vahşeti tam 12 kez tekrarladığını anlatıyor.
Bir kısım ana-babalar ise kız çocuğunun utancıyla yaşamayı seçiyor ve nesiller bu şekilde devam ediyor.
Şimdi bir düşünün. Bir anne, bir baba, kızını diri diri toprağa gömebiliyor. Böyle bir vahşet ve böyle bir merhametsizliğin hâkim olduğu zamanda Hz. Muhammed (a.s.m.) peygamber olarak gönderiliyor. Ve çok kısa bir zaman sonra bu kavim bir karıncayı incitemeyecek derecede merhamete sahip oluyor. Âdeta her biri bir şefkat kahramanı kesiliyor.
— Acaba böyle ruhi, kalbî, vicdani bir inkılâp hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?
— Bu emsalsiz icraatın sahibi olan zatın peygamberliği nasıl kabul edilmez? Ve bu kabul edilmediğinde onun bu icraatı neyle izah edilebilir?
İslam öncesi Arap toplumunun vahşet düzeyi için söyleyeceğimiz her söz eksik ve her örnek yavan kalır. Ama bu vahşeti biraz daha iyi anlayabilmek için devam etmeliyiz. Ta ki Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın bu toplumda yaptığı o muhteşem inkılâbı daha iyi anlayalım.
Savaş ve baskınlarda esir alınan insanlar ya satılıyor ya da zevk için diri diri yakılıyor.
Suçun kişiselliği diye bir kavram bilinmiyor. Suçlu yakalanamamışsa, ceza ele geçen yakınlarına veriliyor.
Boğarak öldürme gibi suçlarda hem suçlu hem de onun yakınlarından üç kişi daha öldürülüyor. Bu gibi uygulamalar da doğal olarak kan davalarını başlatıyor. Kan davaları her yeri kuşatmış vaziyette…
Ölmek üzere olan biri eğer 50 kişiyi kendi yerine öldürmeyi adamışsa, bu adak onun yakınları için mutlaka yerine getirilmesi gereken bir şart oluyor. Ve bir kişiye karşılık 50 kişi öldürülüyor.
Hayvanların canlı canlı uzuvları kesiliyor ve etleri bu şekilde yeniliyor. Kanları akıtılarak olduğu gibi içiliyor. Bazen de kan önce kaynatılıp bazı tatlandırıcı bitkiler de üzerine eklenerek içiliyor. İçecekleri kan olan bir kavimden bahsediyoruz.
Çıplaklık yaygın ve ayıp kabul edilmeyen bir olay. Yol ortasında ihtiyaç gidermek, herkesin gözü önünde yıkanmak, mahrem yerlerinin açılmasına aldırmamak normal kabul ediliyor. İbadetler bile bu sapkınlıktan nasibini almış. “İçinde günah işlediğimiz elbiselerle tanrımıza ibadet edemeyiz.” anlayışıyla Kâbe’de anadan doğma tavaf ediliyor.
İçki alışkanlığı öyle boyutlara varmış ki lisanlarında içkiyi ifade etmek üzere kullanılan kelimelerin sayısı 100’ün üzerinde.
Kumara gelince, böyle bir toplumsal çürüme içerisinde kumarın da müstesna bir yeri olacağı belli. Bazıları her şeyini kaybettikten sonra son olarak kendini oyuna koyuyor ve o kez de kaybettiği takdirde kazanan tarafın kölesi hâline geliyor. Yani köle olma kabullenilerek kumar oynanıyor.
Putperestlik son derece hâkim. Mekke dışına çıkması gereken biri, şehrine ve Kâbe’ye duyduğu bağlılığın eseri olarak yanında Kâbe duvarından alınmış bir taş götürüyor. Sonraları dışarıdan başka taşlar da Mekke’ye getirilmeye başlanıyor. Kâbe bunlarla dolu.
Araplar şeklini beğendikleri her taşa, “Bu bizim tanrımızdır.” diyerek tapınıyor. Daha güzelini bulduklarında ise eskisini bırakıp onu tanrı yapıyorlar. Kazara çölde putsuz kaldıkları zaman koyun sütüyle çöl kumunu harç yaparak güneşte kurutuyor ve ona tapınmaya başlıyorlar. Ya da uzun yolculuklara çıkacakları zaman küçük heykelcikler şeklinde un helvası yapıp yol boyunca onlara tapınıyor ve yiyecekleri tükendiğinde ise oturup o helvadan tanrıları yiyorlar.
Yanlarında taşıdıkları oyulmuş tanrıları -kazara- deveden düşürdükleri zaman da inip almaya üşeniyor ve birbirlerine, “Tanrınız düştü, kendinize yeni bir tanrı bulun.” diyorlar.
Mola verdikleri yerde ilk iş olarak dört tane iri taş buluyorlar. Bu taşlardan üçünü ocak yakmakta kullanıp, en güzel olanını da başköşeye oturtuyorlar ve tanrı olarak etrafında tavaf ediyorlar.
Her evin putu başka başka. Aile üyeleri evden çıkarken son olarak putlarını selamlıyor ve geri döndüklerinde de ilk iş olarak yine puta saygılarını sunuyorlar. Bir de kabilelerin ortak putları var ki bunlar genellikle Mekke’de Kâbe civarında. Sayıları 360’tan fazla.
İnanç biçimleri bütünüyle saçma! Ölünün mezarına bir deve bağlayıp hayvan açlıktan ölünceye kadar orada tutuyorlar. Sözde, kıyamet günü ölü mezardan kalkınca o deveye binecek!
Kuraklık zamanlarında ise bir ineğin kuyruğuna bir demet çalı bağlayıp tutuşturarak ineği dağlara salıyorlar ve böylece yağmurun yağacağına inanıyorlar.
Daha bunlar gibi onlarca batıl inanç ve yüzlerce batıl âdet o zamanda mevcuttu. Ders çok uzamasın diye uzunu kısa kestik.
Şimdi sorumuz şu:
— Evlatlarını canlı canlı toprağa gömebilecek kadar merhametsiz, her türlü kötü ahlakı icra edebilecek kadar vahşi ve batıl âdetlerinde mutaassıp olan o zamanın insanları Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın dersiyle ve terbiyesiyle, kısa bir zamanda öyle bir değişime uğradılar ki âleme rehber ve muallim, insanlara mürşid ve imam oldular. Acaba böyle harikulade icraatı yapan bir zatın Allah’ın peygamberi olmamasına imkân ve ihtimal var mıdır?
Bu öyle bir hadisedir ki o zatın peygamberliğine başlı başına bir delildir ve tarihte böyle bir inkılâbı hiç kimse yapamamıştır. Batılı bilim adamları ve filozoflar dahi bu noktada ittifak etmiş ve Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın kemalini ve âlemde yapmış olduğu bu müthiş inkılâbı kabul ve tasdik etmiştir.
—Kimsenin yapamadığını yapan bu zat eğer Allah’ın peygamberi değilse nedir?
Mütalaamızı Üstadımızın İşaratü’l-İ’caz’daki şu ifadeleriyle tamamlayalım:
— Ey muannid! Ceziretü’l-Arab’a git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihap et, beraber götür. Onlar da orada ahlakın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî’nin (a.s.m.) o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilayı, senin o feylesofların, şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o zatın yaptığı o cila İlahî, sabit, lâyetegayyer bir ciladır ve onun büyük mucizelerinden biridir. (İşaratü’l-İ’caz)
فانظر bak ليستْ سلطنتُه على الظاهر فقط onun saltanatı sadece zahirî değildir بقوة الخوف كسائر الملوك diğer melikler gibi korkunun kuvvetiyle (olan) بل ها هو bilakis işte o يفتح القلوب والعقول kalpleri ve akılları fethediyor ويسخّر الارواح والنفوس ruhları ve nefisleri teshir ediyor حتى صار ta ki oluyor محبوبَ القلوب kalplerin mahbubu ومعلمَ العقول akılların muallimi ومربيَّ النفوس nefislerin mürebbisi وسُلطانَ الارواح ve ruhların sultanı.
Bak! Onun saltanatı -diğer melikler gibi korkunun kuvvetiyle olan- sadece zahirî bir saltanat değildir. Bilakis o, kalpleri ve akılları fethediyor, ruhları ve nefisleri teshir ediyor. Ta ki kalplerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin mürebbisi ve ruhların sultanı oluyor.
İzah: Bu delilin odak noktası, Efendimiz (a.s.m.)’ın kalplerin mahbubu, akılların muallimi, nefislerin mürebbisi ve ruhların sultanı olmasıdır.
Evvela kalplerin mahbubu olması hakkında konuşalım:
Maddi kuvvetle ve zorlamayla sadece bedenlere hâkim olunabilir, kalplere hâkim olunamaz. Yani bir zalimin büyük bir kuvveti varsa, bu kuvvetle insanları korkutarak sözüne itaat ettirebilir; dilediği her şeyi onlara yaptırabilir. Ama kalpleri ele geçirmek yani kalplerin mahbubu olmak ve hâkimiyetini vicdanlar üzerinde kurmak, baskı ve zorlamayla mümkün değildir.
Bu kaideyi öğrendikten sonra şimdi, Efendimiz (a.s.m.)’ın yaptığı kalbî fetihlere bakalım:
Hazreti Ali’ye: “Siz Resulullah’ı ne kadar seviyordunuz?” diye sorulduğunda, o şu cevabı vermiştir:
— Resulullah bize malımız mülkümüz, çoluk çocuğumuz, anamız ve babamızdan daha sevgili idi. Ona, susadığımızda soğuk suya duyduğumuz arzudan daha çok arzu duyar; daha çok severdik.
Bedir Muharebesi öncesi Sa’d bin Muâz Hazretleri şöyle diyordu:
— Ya Resulullah! Biz sana iman ettik ve seni tasdik ettik. Getirdiklerinin hak olduğuna şehadet ettik. Dinlemek ve itaat etmek için de sana kesin söz verdik. Ya Resulullah! Nasıl istersen öyle yap. Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki bize denizi gösterip de dalsan, hiçbirimiz geri kalmaksızın seninle birlikte dalarız!
Hazreti Ebû Bekir’in babası Mekke’nin Fethi’nden sonra Müslüman olmuştu. Hazreti Ebû Bekir babasının kolundan tutarak onu Peygamberimiz (a.s.m.)’ın yanına götürdü. Babası orada kelime-i şehadet getirdi. Hazreti Ebû Bekir birden ağlamaya başladı. Peygamberimiz ona: “Neden ağlıyorsun? Hâlbuki baban iman etti. Bugün senin en mutlu günün olması gerekmez mi?” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekir şöyle dedi:
— Ya Resulullah, keşke şu an iman eden benim babam değil de senin amcan Ebû Talib olsaydı. Şu an benim gönlüm hoşnut olacağına senin gönlün hoşnut olsaydı.
Hazreti Ebû Bekir, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın, amcası Ebû Talib’e olan düşkünlüğünü ve Ebû Talib iman etmeden öldüğü için ona olan üzüntüsünü biliyor ve böyle diyor. Herhâlde bir insan ancak bu kadar sevilebilir. Sahabeler onun mutluluğunu bile kendi mutluluklarına tercih etmişler.
Şimdi de Abdullah b. Zeyd Hazretlerinin Peygamber sevgisine bakalım:
Bu zat Peygamber Efendimiz (a.s.m.) vefat edince ellerini semaya kaldırıp şöyle dua ediyor:
— Ya Rabbi! Artık benim gözlerimi kör et! Kör et ki artık ben onun olmadığı bu dünyada hiçbir şey görmeyeyim.
Bu zatın duası anında kabul ediliyor ve oracıkta kör oluyor.
Bu nasıl bir sevgidir ki onun olmadığı bir dünyayı görmek istemiyor ve kör olmayı arzu ediyor. Onsuz bir dünyaya bakmaktansa, onun olmadığı bir dünyada körlüğü tercih ediyor. Dünyada kimse böyle sevilmiş midir?
Şimdi de Hubeyb b. Adiyy Hazretlerinin Peygamber sevgisine bakalım:
Hazreti Hubeyb düşmana esir düşmüştü. Mekkeli Müşrikler idamına hükmettiler. Hazreti Hubeyb’i tutup darağacına bağladılar. Yönünü de Medine’ye çevirdiler. Belki ölümden korkar da imandan döner düşüncesiyle şu teklifte bulundular:
— Muhammed’in dinini terk et, sana eman verip serbest bırakalım.
Hazreti Hubeyb şöyle cevap verdi:
— Hayır, vallahi dinimden dönmem hatta bütün dünyayı da bana verseniz vazgeçmem!
Bu sefer Müşrikler şöyle dediler:
— Doğru söyle, şimdi senin yerine Muhammed’in öldürülmesini ve evinde çoluk çocuğunun arasında sağ salim yaşamak isterdin değil mi?
Onların bu sözlerine Hazreti Hubeyb’in cevabı şu oluyor:
— Allah’a yemin olsun ki Peygamberimin ayağına bir diken batmaktansa canımdan olmaya razıyım!
Bu nasıl bir sevgidir!.. Kendi ölümüne razı oluyor ama Peygamberinin ayağına diken batmasına razı olmuyor!
Son olarak, Hazreti Sümeyra’nın Peygamber sevgisine bakalım:
Bu Sahabe annemiz Uhud günü eşini ve üç çocuğunu Uhud meydanına yollarken onlara şöyle diyordu:
— Siz gidin, Uhud’un meydanında canınızı verin ama Resulullah’a bir şey olmasın. Eğer siz sağ olarak gelir de ona bir şey olursa, vallahi sizi eve almam! Resulullah’ı korumak için kendi canlarınızı ona feda edin.
Daha sonra Hazreti Sümeyra da Uhud’a gider. Birden şu haber yayılmaya başlar: Muhammed öldürüldü, Muhammed öldürüldü!
Bu haber üzerine Hazreti Sümeyra savaş meydanına gidip bu haberin doğruluğunu araştırmaya başlar. Onu tanıyan birisi: “Bak, şurada yatan babandır.” deyince, “Allah babamın şehadetini kabul etsin. Siz bana Allah’ın Resulünden haber verin! O nasıl? Ona bir şey oldu mu?” der. Efendimizi aramaya devam ederken onu tanıyan başka birisi: “Ya Sümeyra! Oğlun Muaz ve Muavviz şehit oldu.” deyince, “Evlatlarım! Size Allah yolunda ölmek yakışırdı. Size verdiğim süt helal olsun. Size hakkımı helal ediyorum.” der. En sonunda Peygamberimizi görünce şu sözü söyler:
— Ya Resulullah! Sen hayattasın ya, senden sonra bütün musibetler bana çok hafif gelir!
İşte sahabeler Efendimiz (a.s.m.)’ı böyle seviyordu. Onun sevgisi, canlarına olan sevgiden; eşlerine, ana-babalarına ve evlatlarına olan sevgiden daha büyüktü. Sahabelerin hepsi Efendimize âşıktı ve onu canlarından daha çok seviyorlardı. Onlardan sonra gelen nesil ise görmedikleri hâlde böyle sevdiler. İşte Peygamberimiz (a.s.m.) kalplerin böyle mahbubudur.
Mütalaasını yaptığımız cümlede Üstadımız, Efendimiz (a.s.m.)’ın batıni saltanatından bahsetti ve bu saltanatında dört noktaya dikkat çekti: Kalplerin mahbubu, akılların muallimi, nefislerin mürebbisi ve ruhların sultanı olması.
Biz bu dört maddeden birinci maddeyi -yani kalplerin mahbubu olmasını- mütalaa ettik. Diğer üç maddenin mütalaasını sizlere havale ediyorum. Ancak mütalaa etmeden bir sonraki cümleye geçmeyin. Bu mütalaada şu noktaları düşünün:
— Peygamberimiz akılların nasıl muallimi olmuş?
— Nefislerin nasıl mürebbisi olmuş?
— Ruhların nasıl sultanı olmuş?
Her bir maddeyi Efendimiz (a.s.m.)’ın hayatından sahnelerle mütalaa edin. Manayı kalbe, akla, ruha ve latifelere iyice yedirin. Hemen okuyup geçmek yok. Allah tefekkürünüzü genişletsin.
Yazar: Sinan Yılmaz