33. On Birinci Reşha: Bil ki şahsiyet-i maneviyesiyle bizlere meşhud olan ve ulvi şuunatıyla…
الرشحةُ الحاديةَ عشرةَ
On Birinci Reşha
اعلم bil أن هذا الشخصَ المشهود لنا bizlere meşhud olan bu şahıs (neyle meşhud) بشخصيته المعنوية şahsiyet-i maneviyesiyle المشهورَ في العالم ve âlemde meşhur olan (bu şahıs) بشؤونه العلوية ulvi şuunatıyla كما أنه برهانٌ ناطق صادق على الوحدانية nasıl ki o, vahdaniyete bir burhan-ı sâdık-ı nâtıktır ودليلٌ حقٌّ بدرجة حقانية التوحيد ve tevhidin hakkaniyeti derecesinde hak bir delildir كذلك aynen bunun gibi هو برهان قاطع ودليل ساطع على السعادة الابدية o, saadet-i ebediyeye kati bir burhan ve parlak bir delildir.
Bil ki şahsiyet-i maneviyesiyle bizlere meşhud olan ve ulvi şuunatıyla âlemde meşhur olan bu şahıs, nasıl ki o, Allah’ın birliğine nâtık ve sadık bir burhandır ve tevhidin hakkaniyeti derecesinde hak bir delildir; aynen bunun gibi, o, saadet-i ebediyeye kati bir burhan ve parlak bir delildir.
İzah: Peygamberimiz (a.s.m.)’ın şahsiyet-i maneviyesiyle bizlere meşhud olması şudur:
Efendimiz (a.s.m.)’ın bir şahsiyet-i maddiyesi var, bir de şahsiyet-i maneviyesi. Şahsiyet-i maddiye cihetiyle, bizim gibi bir beşerdir. Yer, içer, uyur, evlenir; vakti gelir, pazarda pazarlık yapar ve hakeza…
Bir de şahsiyet-i maneviyesi var. Şahsiyet-i maneviye cihetiyle emsalsizdir. Ahlak-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip, her kemale malik, ubudiyet ve takvada emsalsiz, derece-i makamda misalsizdir. Peygamberimizin şahsiyet-i maneviyesinin büyüklüğüne bir nebze şuradan bakabiliriz:
السَّبَبُ كَالْفَاعِل “Bir işe sebep olan, onu yapan gibidir.” kaidesince ümmetinin bütün sevabı en evvel onun amel defterine yazılmaktadır. Böyle bir sevabın büyüklüğünü ve sahibine kazandıracağı makamı tasavvur edebilir misiniz?
İşte Efendimiz (a.s.m.)’ın şahsiyet-i maneviyesi o kadar büyüktür ki akıl tasavvurundan âciz kalır.
Diğer bir cümle olan, Peygamberimizin yüksek şuunatıyla âlemde meşhur olması da şudur:
Efendimiz (a.s.m.) nefislerde, akıllarda, kalplerde, ruhlarda, hayat-ı şahsiyede, hayat-ı içtimaiyede ve daha birçok alanda yaptığı icraat ve inkılâplarla bütün âlemde meşhur olmuştur. Dost ve düşman onu tanımış, düşman dahi kemalini tasdik etmiştir.
Sonra Üstadımız, “Vahdaniyete bir burhan-ı sâdık-ı nâtıktır.” dedi.
Vahdaniyet “Allah’ın birliği” demektir. Peygamberimiz (a.s.m.) Allah’ın birliğine burhan-ı sâdık-ı nâtık olmuştur.
Burhan “delil” demektir. Burhan-ı sâdık-ı nâtık “konuşan sadık delil” demektir. Şu âlemdeki her bir mahluk Allah’ın varlığına ve birliğine bir delildir. Lakin hepsi lisan-ı hâl ile konuşur. Efendimiz (a.s.m.) ise lisan-ı kâl ile Allah’ın vahdaniyetini ilan ve ispat etmiş; bu sebeple de burhan-ı sâdık-ı nâtık -yani konuşan sadık bir burhan- olmuş.
Sonra Üstadımız, Peygamberimiz (a.s.m.) hakkında “Tevhidin hakkaniyeti derecesinde hak bir delildir.” dedi. Yani tevhid ne kadar haksa, Hz. Peygamber (a.s.m.) da o kadar haktır.
Sonra Üstadımız, “O, saadet-i ebediyeye kati bir burhan ve parlak bir delildir.” dedi.
Efendimiz (a.s.m.) saadet-i ebediyenin vücuduna kati bir delil ve parlak bir burhandır. Mesela bize şöyle sorulsa:
—Ahiretin varlığına delilin nedir?
Diyebiliriz ki:
—Delilimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)’dır. O, saadet-i ebediyenin vücuduna kati bir delil ve güneş gibi parlak bir burhandır.
Üstadımız bu meseleyi metnin devamında şu şekilde izah ediyor:
بل belki كما أنه nasıl ki o بدعوته وبهدايته davetiyle ve hidayetiyle سببُ حصول السعادة الابدية saadet-i ebediyenin husulüne sebeptir ووسيلةُ وصولها ve vusulüne vesiledir كذلك aynen bunun gibi هو بدعائه وعبوديته o, duasıyla ve ubudiyetiyle سببُ وجود تلك السعادة bu saadetin vücudunun sebebidir ووسيلةُ ايجادها ve icadının vesilesidir.
Belki nasıl ki o, davetiyle ve hidayetiyle saadet-i ebediyenin husulüne sebep ve vusulüne vesiledir; aynen bunun gibi, o, duasıyla ve ubudiyetiyle bu saadetin vücudunun sebebi ve icadının vesilesidir.
İzah: Ahiretin ve saadet-i ebediyenin icadının birçok sebebi vardır. Üstadımız bu reşhada bu sebeplerden bir kısmını izah edecek. Mezkûr cümlede Üstadımız, Efendimiz (a.s.m.)’ın insanları hidayete davet etmesinin saadet-i ebediyenin hem husulüne hem de vusulüne sebep olduğunu beyan etti.
Vusulüne sebep olmasının manası açık. Bunun manası şudur: Ebedî saadete ancak Efendimiz (a.s.m.)’a tabi olmakla ulaşılır. Onun sözünü dinlemeyen, sünnetinden yüz çeviren ve ona tabi olmayan; değil ebedi saadete ulaşmak, kokusunu bile duyamaz.
Efendimiz (a.s.m.)’ın insanları hidayete davet etmesinin saadet-i ebediyenin husulüne sebep olması ise şudur:
Cenab-ı Hak bu dünyayı bir imtihan yurdu olarak yaratmış; peygamberler göndermekle kendisini bildirmiş, insanları ve cinleri iman ve amelle mükellef kılmıştır. Buna mukabil de saadet-i ebediyeyi vaat etmiştir.
Eğer peygamberler gönderilmeseydi, insan iman ve ubudiyetle mükellef olmazdı. Nitekim Eşarî itikadına göre, ehl-i fetret Allah’a imanla mükellef değildir. Çünkü onlara göre, akıl tek başına Allah’ı keşfedemez.
Şimdi sorumuz şu:
— İnsan iman ve amelle mükellef olmayınca, saadet-i ebediyeye nasıl namzet olacak ve bu saadeti neyle kazanacak?
Nitekim bir kısım âlimler ehl-i fetretin iman ve amelle mükellef olmaması sebebiyle, saadet-i ebediyeden mahrum kalacaklarını bildirmiş. Mesela İmam-ı Rabbânî Hazretleri, “Onlar toprak olur.” demiş. Bir kısım âlimler, “Araf denilen yerde kalırlar, cennete giremezler.” demiş.
Şunu anlatmaya çalışıyoruz:
İnsanın saadet-i ebediyeye namzet olabilmesi için mükellef olması lazım. Mükellef olması için de bir peygamberin hidayet davetini işitmiş olması lazım.
O hâlde diyebiliriz ki:
— Eğer peygamberler gönderilmeseydi ahiret yurdu yaratılmaz, ebedî saadetin yurdu olan cennet icat edilmezdi. Cennetin icadının bir sebebi de peygamberlerin hidayet davetidir. Zira ancak bu daveti işitmekle insanlar mükellef olmuş ve ebedî saadete namzet olmuş.
O zaman şöyle desek:
— Peygamberler hem bu imtihan yurdunun açılmasına hem de ebedî saadetin icadına bir sebeptir. Peygamberler olmasaydı, ne dünya ne cennet ne de ebedî saadet olurdu.
Bu söz doğrudur, haktır ve hakikattir.
Bütün peygamberlerin hidayet daveti ebedî saadetin icadına bir sebeptir. Eğer peygamberler olmasaydı bütün insanlar ehl-i fetret olup iman ve amelle mükellef olmazdı. Mükellef olmayınca da saadet-i ebediyeye nail olmazdı.
Üstad Hazretlerinin -bu makamda- diğer peygamberlerin davetini zikretmeyip bunu sadece Peygamberimize hasretmesi şu sebeplerdendir.
1. Konumuz Peygamberimiz (a.s.m.)’ın nübüvvetidir. Diğer peygamberlerin nübüvveti değildir.
2. Hidayete davet vazifesini en ekmel surette Peygamberimiz (a.s.m.) yapmıştır. Onun hidayet daveti diğer peygamberlerin davetinin fevkindedir.
3. Onun bu daveti kıyamete kadar devam edecektir. Hâlbuki diğer peygamberlerin daveti kesilmiştir.
İşte bu gibi sebeplerden dolayı, Üstadımız sadece Efendimizin hidayet davetini zikretmiş ve bu davetin saadet-i ebediyenin husulüne -yani icadına- vesile olduğunu beyan etmiş.
İşin özü: Saadet-i ebediyenin yaratılması peygamberlerin insanları hidayete davet etmesiyle oluyor. Peygamberlik mesleği olmasaydı cennet ve ebedî saadet olmazdı. Demek, hem diğer peygamberlerin daveti hem de Efendimiz (a.s.m.)’ın daveti saadet-i ebediyenin husulüne bir sebeptir.
Sonra Üstadımız dedi ki: Aynen bunun gibi, o, duasıyla ve ubudiyetiyle bu saadetin vücudunun sebebi ve icadının vesilesidir.
Saadet-i ebediyenin ve cennetin yaratılışının birçok sebebi vardır. Faraza bu sebeplerin hiçbiri olmasaydı, sadece Efendimiz (a.s.m.)’ın duası ve ibadeti ahiretin icadına kâfi bir sebep olurdu. Peygamberimizin duası ve ubudiyeti saadet-i ebediyenin vücuduna ve icadına vesiledir.
Yazar: Sinan Yılmaz