a
Ana SayfaLâsiyyemalar65. Maahâzâ, zahirden hakikate geçen ervah-ı neyyire ashabı ve kulûb-ü münevvere aktabı…

65. Maahâzâ, zahirden hakikate geçen ervah-ı neyyire ashabı ve kulûb-ü münevvere aktabı…

Lâsiyyemalar mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Maahâzâ, zahirden hakikate geçen ervah-ı neyyire ashabı ve kulûb-ü münevvere aktabı ve ukûl-ü nuraniye erbabı ve kurb-u huzur-u İlahîde dâhil olanlar, O Zat-ı Zülcelal’in mutiler için bir dâr-ı mükâfat ve asiler için bir dâr-ı mücazat ihzar ettiğini ve pek metin vaadler ile şedit tehditleri olduğunu kat’î ihbar ediyorlar. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)

(Ervah-ı neyyire: Nurlu ruhlar / Kulûb-ü münevvere: Nurlanmış kalpler / Ukûl-ü nuraniye: Nurlu akıllar / Kurb-u huzur-u İlahî: Huzur-u İlahiyeye yakınlık / Muti: İtaat eden)

Üstad Hazretleri ahiretin varlığına peygamberleri, evliyayı, ulemayı, asfiyayı ve melekleri şahit gösterdi.

– Ervah-ı neyyire ashabı ile peygamberler kastedilmiş.

– Kulûb-ü münevvere aktabı ile evliyalar kastedilmiş.

– Ukûl-ü nuraniye erbabı ile âlimler ve asfiyalar kastedilmiş.

– Kurb-u huzur-u İlahîde dâhil olanlar ile de melekler kastedilmiş. Zira melekler de ahiretin varlığına şahittir.

Bütün bu zatlar Allahu Teâlâ’nın mutiler için bir dâr-ı mükâfat ve asiler için bir dâr-ı mücazat ihzar ettiğini haber vermişlerdir.

Bu delilin mütalaasını 47. ve 63. derslerde yapmıştık. Üstadımız 47. derste şöyle demişti:

“Hadd-i tevatüre bâliğ olan muhbirlerin ittifak ve icmalarına göre, o muhteşem ve azîm saltanatın medarı ve cevelangâhı ancak ahiret memleketidir.”

63. derste de şöyle demişti:

“Haşrin icadına olan vaadi ise bütün enbiyanın tevatürüyle ve büyük insanların icmaıyla sabit olduğu gibi…”

Üstadımız mezkûr ifadeleriyle bu delili daha önce beyan etmişti. Bizler de meseleyi iki makamda mütalaa etmiştik. Bu makamda aynı mütalaayı tekrar edeceğiz:

Peygamberler, evliya ve asfiya ahiretin gelmesi hususunda müttefiktirler ve bu hususta tam bir icma vardır.

Bu delili ilk önce Peygamberimiz (a.s.m.) odaklı mütalaa edelim:

— Hiç mümkün müdür ki bütün enbiyanın, mucizelerine istinaden sözünü teyid ettikleri; bütün evliyanın, keşif ve kerametlerine istinaden davasını tasdik ettikleri; bütün asfiya ve âlimlerin, tahkikatlarına dayanarak peygamberliğine şehadet ettikleri Resûl-i Ekrem (a.s.m.)’ın vermiş olduğu bir haber yalan çıksın?

— Ve o zat hilaf-i hakikat bir haber vermiş olsun?

O zat (a.s.m.) ki elinde zahir olan bin mucizesini ve mucize-i ekberi olan Kur’an-ı Hakîm’i sözüne hüccet ve delil yapmıştır.

— Acaba sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vehimlerin ne haddi var ki bu zatın (a.s.m.) sözünü hükümden düşürsün ve haber verdiği ahiretten şüphe ettirsin?

Hz. Muhammed (a.s.m.) ahiretin vukuundan haber vermiş ve ahirete imanı imanın bir şartı kabul etmiştir. O hâlde diyebiliriz ki: Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Hz. Muhammed (a.s.m.)’ı inkâr etmek gerekir. Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın peygamberliğini inkâr edemeyen, ahireti de inkâr edemez.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) gibi, diğer bütün peygamberler de ahiretten haber vermişlerdir. Demek ahireti inkâr edebilmek için, sadece Peygamberimizi inkâr etmek yeterli olmayıp, diğer bütün peygamberleri de inkâr etmek gerekmektedir. Onları inkâr edemeyen ahirete ilişemez. Çünkü onlar da ahiretten haber vermiştir.

O hâlde diyebiliriz ki: Ahiretin delilleri, peygamberler ve onların mucizeleri adedincedir. Her bir peygamber ve o peygamberin elinden sâdır olan mucizeler, ahiretin varlığına birer şahit ve delildir.

— Acaba hangi sözün haddi var ki bütün bu peygamberlerin sözlerini hükümden düşürsün ve onların sözünden şüphe ettirsin?

Ahiretin varlığının diğer bir delili de evliya ve asfiyadır. Evet, evliyalar keşif ve kerametlerine istinaden; asfiya ve âlimler de delil ve hüccetlerine itimaden ahiretin varlığını haber vermişlerdir.

— Acaba bütün evliyanın ve asfiyanın haber verdikleri ve hakkında ittifak ettikleri bir meseleyi, hangi dinsizin sözü çürütebilir ve hangi kâfirin sözü hükümden düşürebilir?

Kaldı ki bu konuda söz hakkı onlarındır. Zira bir fende ve sanatta, münakaşaya sebep olan bir meselede, o fennin ve sanatın dâhilerinin sözü geçer; diğerlerinin sözü kabul edilmez. Mesela bir hastalığın keşfinde küçük bir tabibin sözü, büyük bir mimarın sözüne tercih edilir. Çünkü mesele tıptır ve bu konuda söz hakkı doktorlarındır.

Aynen bunun gibi, ahiret meselesinde de aklı gözüne inmiş ve maneviyata karşı körleşmiş bir filozofun sözü geçmez ve kabul edilmez. Bu konuda söz hakkı başta peygamberler olarak, evliyanın ve asfiyanındır.

— Acaba hangi filozofun sözü, böyle yüz yirmi dört bin peygamberin ve yüz binler evliya ve asfiyanın sözüne tercih edilebilir?

— Ve bu tercihi yapana akıllı denir mi?

Bütün bu sadık muhbirler, Allah’ın saltanatının şu fâni ve zâil dünyaya sığmayacağını, bu muhteşem saltanatın medarı ve cevelangâhı ancak ahiret olduğunu beyan buyurmuşlardır. Biz de bu sadık muhbirlerin sözünü tasdik ediyor ve ahirete iman ediyoruz.

Son cümleden alarak metne devam ediyoruz:

O Zat-ı Zülcelal’in mutiler için bir dâr-ı mükâfat ve asiler için bir dâr-ı mücazat ihzar ettiğini ve pek metin vaadler ile şedit tehditleri olduğunu kat’î ihbar ediyorlar. Malûmdur ki vaadleri îfa etmemek bir züldür. Hâlık-ı âlem zül ve zilletlerden münezzehtir. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)

(Zül: Alçalma, zillet)

Üstad Hazretleri bu beyanıyla, ahiretin varlığına Allah’ın vaad ve vaîdini delil yaptı. Bu delilin mütalaasını 46. ve 62. derslerde yapmıştık. Üstadımız 42. derste şöyle demişti:

“Ve keza, mükâfat ve mücazat hakkında tekrarla pek çok vaadleri ve tehditleri olursa ve o vaad ü vaîd edilen şeyler kudretine ağır gelmezse ve o şeyler raiyeti için pek ehemmiyetli olursa, elbette söz verdiği şeylerde hilaf olmayacaktır. Çünkü hulfül-vaad, kudretin izzetine zıttır.”

62. derste de şöyle demişti:

“Ve keza, bu âlemin maliki, kendi kudretine pek kolay ve pek ehven ve ibadına fevkalade mühim ve pek şedidü’l-ihtiyaç olan haşrin tekrar be tekrar vaadinde bulunmuştur. Malumdur ki hulfü’l-vaad kudretin izzetine, rububiyetin merhametine zıttır. Zira vaadin hilafını yapmak, cehlin veya aczin alametidir. Bu ise Kadîr-i Mutlak, Hakîm-i Mutlak olan zata muhaldir.”

Bizler bu delili o derslerde mütalaa etmiştik. Bu dersimizde aynı mütalaayı tekrar ederek meseleyi pekiştireceğiz:

— Hiç mümkün müdür ki nihayetsiz bir ilmin ve hadsiz bir kudretin sahibi olan şu âlemin Rabbi, emirlerine itaat eden kullarına cenneti vadetsin, isyan edenleri ise cehennemle korkutsun ve bu vaat ve korkutmayı da bütün peygamberleri ve kitaplarıyla yapsın da daha sonra o vadettiği şeyleri yerine getirmeyip -hâşâ- cehlini ve aczini göstersin? Bu hiç mümkün müdür?

Hâlbuki vadettiği şeyler O’nun kudretine hiç ağır gelmez. Bilakis O’na pek hafif ve pek kolaydır. Geçmiş baharın hadsiz mevcudatını gelecek baharda icat edip iade etmek kadar kolaydır. Bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır. Bir sineğin ihyası kadar kolaydır.

Hem vadettiği şeyler öyle şeylerdir ki bütün peygamberler tevatürle onları haber vermiş ve bütün evliya icma ile onların vukuuna şehadet etmiştir.

Hem Allah’ın vaadini yerine getirmemesi ve sözünden dönmesi kudretinin izzetine zıttır ve zatına yakışmaz!

— Acaba hiç mümkün müdür ki Cenab-ı Hak tekraren vadettiği ve kendisiyle korkuttuğu şeyleri getirmeyerek -hâşâ- hem kendi cehlini ve aczini göstersin hem de peygamberlerini ve evliyasını yalancı çıkartsın?

Hayır, asla olamaz!

Şimdi, şu sorunun cevabını bulmaya çalışalım:

— Acaba vadedilen veya kendisiyle korkutulan bir şeyin yerine getirilmemesinin -yani sözden dönülmesinin- sebepleri nelerdir?

Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz:

1. Cehalet: Bir şeyi vadeden eğer vadettiği şeyi nasıl yapacağını bilmiyorsa -yani söz verdiği şey hususunda cahilse- vadettiği şey vukua gelmez. Demek cehalet, vadedilen şeyin vukuuna mâni olan bir sebeptir.

2. Âcizlik: Eğer vadeden kimse vadettiği şeyi yapma hususunda âciz veya fakirse, gücü ve zenginliği yetmiyorsa, vadettiği şey yine vukua gelmez. Demek âcizlik de vadedilen şeyin ifa edilememesine bir sebeptir.

3. Yalancılık: Eğer vadeden kişi yalancıysa ve sözünden kolayca dönebiliyorsa, vadedilen şey yine yerine gelmez. Demek yalancılık da vadedilen şeyin yerine getirilmemesine bir sebeptir.

O hâlde şöyle bir misal versek:

Birisi bize dese ki:

— Senin için muhteşem bir çiftlik kurup, hiç görmediğin ziyafetler hazırlayacağım.

Bizim bu sözden şüphe edebilmemiz için şunlardan birisinin olması gerekir:

1. Eğer bu vaadi yapan kişi cahilse -yani bir çiftliğin nasıl kurulacağından habersizse- o kişinin bu vaadine şüphe ile bakılabilir.

Yok, eğer o kişi bu hususta son derece mahir ve bilgili ise vaadinden hemen şüphe edilmez. Bu durumda, ikinci şıkka bakılır.

2. Eğer o kişi âciz ve fakirse -yani bir çiftliği kurabilecek güce ve maddi imkâna sahip değilse- yine o kişinin vaadine şüphe ile bakılabilir.

Yok, eğer o kişi son derece kuvvetli ve zengin ise hatta vadettiği çiftlikler gibi yüzlercesi göz önünde ise artık bu cihetten şüphe edilemez. Bu cihet de geçildiğinde üçüncü şıkka bakılır.

3. Bu kişi sözünde sadık mıdır, yalan söyler mi, sözünden cayar mı?

Eğer hiçbir yalanı duyulmamış ve yalana asla tenezzül etmeyecek birisi ise o zaman bu kişinin sözünden şüphe edilmez.

Bir daha ifade edecek olursak: Bize çiftliği ve içindeki ziyafeti vadeden kişi,

– Eğer işinde son derece âlim,

– Kudret ve zenginlikte son derece yüksek,

– Doğru söylemede son derece titiz olsa,

– Bir de bize kıymet verse ve kıymet verdiğini de hissettirse artık onun sözünden şüphe edilmez ve onun vaadine şüphe ile bakılmaz.

Artık bundan sonra onun sözünden şüphe etmek onu ya cehaletle, ya âcizlik ve fakirlikle, ya da sözünde durmamak ve yalancılıkla ithamdır.

Aynen bu misal gibi, Cenab-ı Hak da müminlere cenneti ve kâfirlere cehennemi vadetmiştir. Bu vaadi gerçekleştirmemek Allahu Teâlâ hakkında düşünülemez. Zira ifade ettiğimiz gibi, sözünü yerine getirmemek ya cehaletten, ya âcizlikten, ya da yalan söylemektendir. Hâlbuki bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın kudretinin izzetine zıt, ilminin ihatasına münafi ve zatının sıdkına muhaliftir.

Şimdi ey kâfir! Küfür ve inkârınla ne kadar ahmakça bir cinayet işlediğinin farkında mısın? Kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını ve aldatıcı nefsini tasdik edip, hiçbir cihetle yalan söylemek ve sözden dönmek kendisine yakışmayan bir Zatı tekzip ediyorsun. Hâlbuki şu âlemdeki her şey O’nun sıdkına şehadet ediyor ve O’nun nihayetsiz ilim ve kudretini ispat ediyor.

İşte cehennemin hadsiz derecede dehşetli olmasının bir sebebi de insanın işlediği bu büyük cinayetlerdir. Zira insan nihayetsiz küçüklüğü içinde nihayetsiz büyük cinayetler işler. Ahireti inkâr ederek, Allahu Teâlâ’yı cehaletle, âcizlikle ve yalancılıkla itham eder. Bu cinayeti sebebiyle de ebedî cezaya elbette müstahak olur.

Şimdi, bu çok önemli ve son derece kuvvetli olan delili maddeleyerek pekiştirelim:

1. Cenab-ı Hak müminlere cenneti ve kâfirlere cehennemi vadetmiştir.

2. Cenab-ı Hak bu vaadini bizlere peygamberleri ve kitapları aracılığı ile bildirmiştir.

3. Ahireti getirmemek, bütün peygamberleri yalancı çıkarmak ve bütün kitapları tekzip etmek demektir. Elbette Allahu Teâlâ o en sadık kullarını yalancı çıkarmaktan ve kendi kitaplarını tekzip etmekten son derece münezzeh ve mukaddestir.

4. Sözünden caymak ve vaadinden dönmek ya cehalet, ya âcizlik, ya da yalancılık sebebiyledir. Madem Allahu Teâlâ hakkında cehalet, âcizlik ve yalan düşünülemez, öyleyse ahiretin varlığı da inkâr edilemez.

5. Demek ahiretin varlığını inkâr edenler, Cenab-ı Hakk’ı cehaletle, âcizlikle ve yalancılıkla itham etmektedirler ki bu azim cinayetin cezası da elbette ebedî cehennem olacaktır.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

Ve aynı zamanda, o hakikati ihbar eden ehl-i hakikat ve enbiya ve evliya ve asfiya cemaatlerine kâinat bütün âyâtıyla, kelimatıyla zahir olarak ihbarlarını teyid ve takviye ediyor. Ey insan! Bu haberden daha doğru bir haber ve bu sözden daha doğru bir söz var mıdır? (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)

Kâinatın ahiretin varlığına olan şehadetini yirmi yedi derstir mütalaa ediyoruz. Kâinat bu şehadetiyle enbiyanın, evliyanın ve asfiyanın sözlerini teyid ve takviye ediyor.

Demek, ahirete iman öyle bir meseledir ki:

– Allah bunu vadetmiş,

– Peygamberler, evliyalar, âlimler ve asfiyalar bu vaade istinaden ins ve cinne bunu haber vermiş,

– Kâinat da bütün âyât ve kelimatıyla bu haberleri teyid ve takviye etmiş.

Ey insan! Bu haberden daha doğru bir haber ve bu sözden daha doğru bir söz var mıdır?

Vallahi yoktur!

Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:

Maahâzâ, zahirden hakikate geçen ervah-ı neyyire ashabı ve kulûb-ü münevvere aktabı ve ukûl-ü nuraniye erbabı ve kurb-u huzur-u İlahîde dâhil olanlar, O Zat-ı Zülcelal’in mutiler için bir dâr-ı mükâfat ve asiler için bir dâr-ı mücazat ihzar ettiğini ve pek metin vaadler ile şedit tehditleri olduğunu kat’î ihbar ediyorlar. Malûmdur ki vaadleri îfa etmemek bir züldür. Hâlık-ı âlem zül ve zilletlerden münezzehtir.

Ve aynı zamanda, o hakikati ihbar eden ehl-i hakikat ve enbiya ve evliya ve asfiya cemaatlerine kâinat bütün âyâtıyla, kelimatıyla zahir olarak ihbarlarını teyid ve takviye ediyor. Ey insan! Bu haberden daha doğru bir haber ve bu sözden daha doğru bir söz var mıdır? (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin