a
Ana SayfaLâsiyyemalar55. Ve keza, görünüyor ki her şey layık mevkiine vazediliyor. Ve her hak, hak sahibine veriliyor…

55. Ve keza, görünüyor ki her şey layık mevkiine vazediliyor. Ve her hak, hak sahibine veriliyor…

Lâsiyyemalar mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Ve keza, görünüyor ki her şey layık mevkiine vazediliyor. Ve her hak, hak sahibine veriliyor. Ve her ihtiyaç sahibinin haceti istediği gibi yapılır. Ve her sual edenlerin matlubları -bilhassa istidat lisanıyla veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla veya ıztırar ve zaruret lisanıyla olsun- cevaplandırılıyor. Böyle eserleri görünen bir adalete bir mahkeme-i kübra lazımdır ki rububiyetin hâkimiyetiyle hukuk-u ibad muhafaza edilsin. Çünkü fâni olan şu dünya menzili, o büyük adalet-i hakikiyeye mazhar olamaz. Öyle ise o büyük Sultan-ı Adil için bir cennet-i bakiye, bir cehennem-i daime lazımdır. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)

(Hukuk-u ibad: Kulların hukuku)

Bu delilin mütalaasını 40. derste yapmıştık. Üstadımız orada şöyle demişti:

“Ve keza, yüksek bir hikmet ve adalet sahibi olan bir sultan, saltanatının şanını kusurdan saklamak üzere, kendisine iltica edenleri taltif ve hâkimiyetinin haşmetini göstermek için milletinin hukukunu muhafaza eder. Bu cihetlerin mühim bir kısmı ahirette olur.”

Üstadımız mezkûr beyanıyla, bu delili beşer sultanı üzerinden işlemişti. Burada aynı delili Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allahu Teâlâ üzerinden işliyor. Bu makamda daha önce yaptığımız mütalaayı tekrar edelim:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN ADALET

Adalet: Her hak sahibine hakkını vermek ve her şeyi hikmet ve maslahata uygun olarak yerli yerine koymak demektir. Adaletin zıttı zulümdür.

Şimdi, şu âleme bakıyor ve görüyoruz ki:

Bütün mahlukatın erzak ve teçhizatı layık-ı veçhiyle veriliyor. Hiçbir mahluk unutulmuyor ve karıştırılmıyor. Bir sineğe kartal kanadı takılmadığı gibi, kartala da sinek kanadı takılmıyor. Mahlukatın hangi cihazlara ihtiyacı varsa o cihazlar ile donatılıyor. Bizlerin basit ve hakir gördüğü mahlukların bile hukuku bu cihette muhafaza ediliyor. Bir sineğin ya da bir böceğin vücudunu incelediğinizde sözümüzü tasdik edeceksiniz.

Her bir varlığa hassas mizanlarla ve mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, her şeyi yerli yerine koymak, en münasip cihazlarla teçhiz etmek ve her hak sahibine kabiliyeti nispetinde hakkını vermek nihayetsiz bir adaletle iş görüldüğünü ispat eder.

Mesela sineğe 5.000 petekli bir gözün verilmesi bu adaletin neticesidir; balığa yüzgeç, kuşa kanat takılması bu adaletin neticesidir; file hortum, deveye hörgüç verilmesi bu adaletin neticesidir.

Sözün özü: Her mahluka hayatının devamı için cihazlar verilmesi bu adaletin bir cilvesidir.

Şimdi de adaletin başka bir veçhine bakalım:

Adaletin bir ciheti de mazlumların intikamını zalimlerden almaktır. Adaletin bu manasıyla da tarih sayfaları zalimlerin feci akıbetleriyle doludur. Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar gibi nice zalimlere Âdil ismi ile semavi tokatlar vurulmuş ve mazlumların hakları onlardan alınmıştır.

Ancak üçüncü başlıkta da izah edileceği gibi, dünya bu adaletin tecellisine hakkıyla mahal olamamakta ve adaletin bu tecellisi başka bir âleme bırakılmaktadır. Zaten Âdil ismiyle ahirete kapı açarken adaletin bu cihetinin hakkıyla bu dünyada gözükmemesi delil yapılacaktır.

Ancak şu kadar deriz ki: Halk arasında zalimler için sıklıkla kullanılan “Etti de buldu.” sözü zalimlerin her vakit semavi tokatlara maruz ve muhatap olduklarına delildir. Zalimlere gelen bir tokat dahi perde arkasında bir Âdil-i Mutlak’ın olduğunu ispat eder. Böyle binler tokat ise o zatın varlığını güneş gibi gösterir ve inkâra bir yol bırakmaz.

Adaletin bir diğer veçhi de şudur: Âlemdeki dengenin muhafaza edilerek diğer canlıların haklarının korunması adaletin bir tecellisidir. Mesela sadece ıstakoz bir yılda yedi milyon yumurta yumurtlamaktadır. Bu yumurtaların hepsi ıstakoz olsaydı, denizler ıstakozla dolar ve başka hayvanların yaşaması mümkün olmazdı. Bazı engellerle ıstakozun çoğalmasının önüne geçilmiş ve diğer canlıların hakları korunmuştur. İşte bu, adaletin bir tecellisidir.

İKİNCİ BASAMAK: BU ADALETİN SAHİBİ KİMDİR?

Şimdi soruyoruz:

— Bir sineğin dahi hakk-ı hayatını muhafaza ederek hayatının devamı için onu aza ve cihazlarla teçhiz eden kimdir?

— Kim bütün mahlukları hikmetli cihazlarla donatarak hakk-ı hayatlarını koruyor?

— Kim o cihazları en uygun yerlere yerleştiriyor?

— Kim onlara hikmetli vücutları ve maslahatlı suretleri veriyor?

— Kim şu âlemdeki dengeyi muhafaza ediyor?

Sözün özü: Göz önündeki şu adaletin sahibi olan Âdil zat kimdir?

Elbette Allah’tır ve bu tecelliler O’nun adaletinin bir cilvesidir.

Yine soralım:

— Âlemdeki bu dengenin tesadüfen oluşması ve binlerce yıldır tesadüfen devam etmesi mümkün müdür?

— Eğer mümkün değilse, kâinattaki hayret verici bu dengeyi kim kurdu?

— Varlıkların kâinatı istila etme meylini durduran ve onların âlemi istila etmesine mâni olan adalet sahibi zat kimdir?

Elbette Allah’tır! Şu âlemde gözüken kusursuz denge, bu dengeyi kuran Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve O’nun Âdil ismine güneş gibi bir delildir.

ÜÇÜNCÜ BASAMAK: ÂDİL İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

— Acaba hiç mümkün müdür ki böyle en küçük bir mahlukun, en küçük bir hakkını muhafaza edip onun imdadına koşan bir adalet, insan gibi en büyük bir mahlukun hukukunu muhafaza etmesin ve muhafaza etmemekle adaletini hiçe indirsin?

Bu hiç mümkün müdür? Elbette mümkün değildir!

O hâlde madem insanın hukukunu muhafaza edecek ve adaletini hiçe indirmeyecek, elbette bunun için bir mahkeme-i kübrayı kurmalı ve bir adalet diyarını açmalıdır. Zira şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, o büyük adaletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Şu fâni ve geçici dünya, böyle bir adalete mazhariyetten çok uzaktır. Bu dünyada zalim izzetle, mazlum ise zilletle yaşayıp gidiyor.

Hâlbuki hakiki adalet ister ki mazlumun hakkı zalimden alınsın ve şu küçücük insan, küçüklüğü nispetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nispetinde bir mükâfat ve ceza görsün. Bütün bunlar da ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür.

Madem dünya var ve dünya içinde bir adalet var, elbette dünyanın vücudu gibi kati olarak ahiret de var ve oraya gidiliyor. Ahireti inkâr etmek için, dünyada gözüken adaleti inkâr etmek gerekir. Şu göz önündeki adaleti inkâr edemeyen, ahireti de inkâr edemez.

Şimdi, adalet delilini maddeleyerek meseleyi biraz daha kavrayalım:

1. Şu âlemde nihayet derecede bir adalet hükmetmektedir. Yaratılan her varlığa hassas mizanlarla ve mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, her şeyi yerli yerine koymak, en münasip cihazlarla teçhiz etmek, dengeyi muhafaza etmek, her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek ve zalimleri semavi tokatlarla tokatlamak nihayetsiz bir adaletle iş görüldüğünü ispat eder.

2. Fiiller failsiz ve isimler müsemmasız olamayacağına göre, göz önündeki şu adaletin de “Âdil” ismiyle müsemma bir faili olmalıdır. Bu fail de ancak ve ancak Allahu Teâlâ’dır.

3. Madem Allahu Teâlâ nihayetsiz bir adaletin sahibidir ve her işinde nihayetsiz adaletle iş görmektedir, o hâlde elbette bir mahkeme-i kübra ve adalet diyarı olmalıdır. Zira şu fâni dünya o adaletin hakikatine mazhar olmaktan âcizdir. Mesela yüz kişiyi öldüren bir zalimden bu dünyada nasıl hak alınabilir? En fazla onu bir kere öldürebilirsiniz ki bu da ancak öldürülen bir masumun kısası olabilir. Peki, diğer mazlumların hakkı ne olacak? Eğer ahiret gelmezse insanın hukuku muhafaza edilmemiş olur ki nihayetsiz bir adaletin sahibi olan Allahu Teâlâ buna asla müsaade etmez.

4. Hem şu dünyanın gidişatına bakılsa görülür ki: Zalim izzetle ve mazlum zilletle yaşıyor ve her ikisi de aynı şekilde ölüp gidiyor. Eğer ahiret gelmez ve zalimin yaptığı yanına kâr kalırsa, bu, mazlumlara nihayetsiz bir zulüm olur. Allahu Teâlâ ise böyle bir zulümden nihayet derecede münezzeh ve mukaddestir.

5. Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve O’nun Âdil ismini inkâr etmekle mümkündür. Allah’ı ve Âdil ismini inkâr etmek ise göz önünde tecelli eden şu adaleti inkâr etmekle mümkündür. Adaleti inkâr etmek içinse ya manen kör olmalı ya da aklı baştan atarak bir akılsız olmalı. Bunlar da bizim muhatabımız değildir.

6. Şunu da ilave etmek isteriz ki: Bu dünyada adaletin hakkıyla gözükememesinin sebebi imtihan sırrıdır. İmtihan sırrından dolayı Allahu Teâlâ -razı olmamasına rağmen- zulümlere müsaade etmektedir. Zira müsaade etmezse imtihanın sırrı bozulur ve bu dünyanın kurulmasının hikmeti kaybolur. Bu, insanlarda da hayvanlarda da böyledir. İmtihan sırrından dolayı birçok zulümlere müsaade edilmekte ve hak sahiplerinin hakları ahirete bırakılmaktadır.

Evet, bir gün gelecek, zalim zulmünün cezasını, mazlum da zilletinin mükâfatını görecek. Hatta boynuzsuz koyun dahi boynuzlu koyundan hakkını alacak. Âmennâ ve saddeknâ.

Mütalaasını yaptığımız bölümü bir daha okuyarak dersimizi tamamlayalım:

Ve keza, görünüyor ki her şey layık mevkiine vazediliyor. Ve her hak, hak sahibine veriliyor. Ve her ihtiyaç sahibinin haceti istediği gibi yapılır. Ve her sual edenlerin matlubları -bilhassa istidat lisanıyla veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla veya ıztırar ve zaruret lisanıyla olsun- cevaplandırılıyor. Böyle eserleri görünen bir adalete bir mahkeme-i kübra lazımdır ki rububiyetin hâkimiyetiyle hukuk-u ibad muhafaza edilsin. Çünkü fâni olan şu dünya menzili, o büyük adalet-i hakikiyeye mazhar olamaz. Öyle ise o büyük Sultan-ı Adil için bir cennet-i bakiye, bir cehennem-i daime lazımdır. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)

 Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin