59. Ve keza, bu âlemin Sâniinde pek rahîmâne bir şefkat vardır. Zira görüyoruz ki…
Lâsiyyemalar mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Ve keza, bu âlemin Sâniinde pek rahîmâne bir şefkat vardır. Zira görüyoruz ki: Bu âlemde yardım isteyen bir musibetzedeye kemal-i süratle yardım ediliyor. Dergâh-ı izzete iltica eden kurtuluyor. Sual eden sâillerin istekleri veriliyor. En âdi bir zihayatın sesi işitiliyor ve haceti kabul ediliyor. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)
(Sâil: İsteyen, dilenen)
Üstad Hazretleri bu makamda Mücîb (dualara icabet eden) isminin ahireti iktizasını beyan ediyor. Saadet-i ebediyenin ve cennetin yaratılışının birçok sebebi vardır. Faraza, bu sebeplerin hiçbiri olmasaydı, sadece Efendimiz (a.s.m.)’ın duası ahiretin icadına kâfi bir sebep olurdu.
Üstadımız, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın duasının saadet-i ebediyenin icadına vesile olmasını dört maddede izah ediyor:
1. Kime dua ediyor?
2. Kim dua ediyor?
3. Niçin dua ediyor?
4. Duasında ne istiyor?
Üstadımız -üstte kaydettiğimiz- mezkûr beyanıyla birinci sorunun cevabı verdi. Öyle bir Zata dua ediyor ve öyle bir Zattan istiyor ki:
– Yardım isteyen her musibetzedeye kemal-i süratle yardım eder.
– Dergâh-ı izzetine iltica eden kurtulur.
– Sual eden sâillerin isteklerini verir.
– En âdi bir zihayatın sesini işitip haceti ona yetiştirir.
Evet, o Allah ki en gizli ve en küçük bir hayvanın, en cüzî bir ihtiyacı için, lisan-ı hâliyle yaptığı duayı işitir, kabul eder; ihtiyacını ona ihsan eder. Mesela bir sinek lisan-ı hâliyle kanat ister, Allah ona kanat ihsan eder. Balık yüzgeç ister, ona yüzgeç ihsan eder. Bir böcek ayak ister, göz ister, kulak ister; ister de ister… Ne isterse hepsini ona in’am eder. Hayvanata yapılan bütün ihsanlar onların lisan-ı hâlleriyle yaptıkları duaya bir icabettir.
Üstadımız ikinci madde olan “Kim dua ediyor?” maddesini şöyle beyan ediyor:
İşte böyle bir şefkat sahibi; nev-i beşerin en büyük, en lazım, en zaruri, şedit bir haceti hakkında; bütün insanlar namına yaptığı duada istediği cenneti ve saadet-i ebediyeyi ve ba’sü ba’de’l-mevti yapacaktır. Bilhassa o reis-i muhteremin şu umumî duasına bütün zevilhayat, bütün mahlukat “Âmin, âmin!” diyorlar. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)
(Ba’sü ba’de’l-mevt: Ölümden sonra yeniden dirilme / Zevilhayat: Hayat sahipleri)
Metnin başında “Duasında ne istiyor?” maddesi işlense de bu madde birazdan daha detaylı bir şekilde beyan edilecek. Bu sebeple, biz sadece “Kim dua ediyor?” maddesi üzerine konuşalım:
Reis-i muhterem ile kastedilen zat Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’dır. Peygamberimiz (a.s.m.) dua ediyor, bütün zevilhayat ve bütün mahlukat bu duaya “Âmin, âmin!” diyor.
Peygamberimiz (a.s.m.) bütün nev-i beşere imamdır. Mescidi sadece Arap Yarımadası değil, bütün yeryüzüdür. Cemaati de sadece o zamanın insanları değildir. Hz. Âdem’den kıyamete kadar her asrın halkı bir saf olmuş; bütün asırların safları, Peygamberimizin cemaati olup onun duasına “Âmin” diyorlar.
Bu duaya “Âmin” diyenler de sadece insanlar değil. Bütün hayat sahipleri, yeryüzü, gökyüzü ve bütün mevcudat bu duaya “Âmin” diyor. Zira onları da ilgilendiren pek şedit bir ihtiyac-ı azim için dua ediyor. Bu sebeple, o varlıklar da “Ey Rabbimiz, onun duasını kabul eyle, biz de o duayı ediyor ve onun talep ettiği şeyi talep ediyoruz.” diyorlar.
Şunu hatırlatalım: Bu ifadeler mecaz ifadelerdir. Yani Peygamberimiz (a.s.m.) dua ediyor da önceki ve sonraki asırların insanları; hayvanat ve nebatat; yeryüzü, gökyüzü, mevcudat ve bütün kâinat bu duaya dilleriyle Âmin demiyor. Üstadımız duanın haşmetini göstermek için bir mecaz tasvir yapıyor. Bunun manası şudur:
1. Önceki ve sonraki insanların “Âmin” demesi, onların da aynı şey için dua edip Allah’tan aynı şeyi istemesidir. Aynı şeyi istemekle, lisan-ı hâlleriyle “Âmin” demiş oluyorlar.
2. Zevilhayat olan hayvanat ve nebatatın o duaya “Âmin” demesi, onların da aynı şeyi istemesi ve aynı şeye ihtiyaç duymasıdır. Onlar da âdeta lisan-ı ihtiyaçla bu duaya “Âmin” diyorlar. Zira kıymetlerinin tahakkuku bu duanın kabulüne bağlıdır. Bu bahsi birazdan açacağız.
3. Yeryüzünün, semanın, bütün mevcudatın ve kâinatın “Âmin” deyip bu duaya iştirak etmesi yine mecazdır. Hakikatte bir “Âmin” demek yoktur. Aynı şeyi istedikleri için sanki “Âmin” diyorlarmış gibi tasvir edilmiş.
Demek bu ifadeler bir tasvirdir ve bir mecaz anlatımdır. Üstadımız bu duanın azametini ve bütün eşyanın bu duaya olan ihtiyacını böyle tasvir etmiş.
Üstadımız üçüncü madde olan “Niçin dua ediyor?” maddesini şöyle beyan ediyor:
Bak, o zat öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki insanı ve bütün mahlukatı, esfel-i safilin olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten a’lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvi vazifeye, mektubat-ı samedâniye olması derecesine çıkarıyor. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)
(Sukut: Düşme)
Eğer ahiret gelmezse bütün mahlukatın kemali hiçe iner; âlem esfel-i safiline düşer. Bu hakikate şu misalle bakabiliriz:
Mesela bir ressam mükemmel bir resim yapsa ve daha sonra o resmi insanlara göstermeyip neticelerini almadan yaksa…
Bu durumda, o resmin kıymeti binden bire düşer. İşte bu sebeple, o resim lisan-ı hâliyle der ki: Benim neticelerimi al, onları muhafaza eyle, ta ki kıymetim birden bine çıksın.
Yine mesela âlim bir zat bir kitap yazsa ve daha sonra o kitabı kimseye okutmadan ve neticelerini almadan yaksa…
Bu durumda, o kitabın kıymeti binden bire düşer. İşte bu sebeple, o kitap lisan-ı hâliyle der ki: Beni okut, neticelerimi al, muhafaza et, ta ki kıymetim birden bine çıksın.
Yine mesela bir fabrika düşünelim… Bu fabrika şeker imal ediyor olsun. Şeker pancarları fabrikaya girsin, onlarca tezgâhta işlenip şeker olsun ve çuvallara konulsun. Sonra bu çuvallar kamyonlara yüklensin lakin ihtiyaç sahiplerine götürüleceğine denize dökülsün…
İşte bu durumda, fabrika lisan-ı hâliyle der ki: Şekerleri denize dökmekle benim kıymetimi ve hikmetimi hiçe indirdin. Beni manasız bir demir yığını yaptın. Beni bu manasızlıktan kurtarmak ve kıymetimi yükseltmek için, neticem ve sebeb-i hilkatim olan şekeri muhafaza et; ta ki manam tahakkuk etsin, kıymetim ziyadeleşsin.
Aynen bu misallerde olduğu gibi, şu kâinat da bir fabrika-yı İlahiyedir. Her bir varlık sanatla yapılmış bir eser ve hikmetle yazılmış bir kitaptır. Şu kâinatın ve içindeki mahlukatın neticeleri alınıp muhafaza edilmeli ki kıymetleri birden bine çıksın. Yoksa kâinat ve içindeki mevcudat bir oyuncak hükmünü alır. Şu âlemdeki her bir varlık, her bir nakış tesadüfün bir oyuncağı olur. Her şey abesiyete inkılap eder, kıymetini kaybeder.
Mevcudat ancak Peygamberimiz (a.s.m.)’ın ebed için yaptığı duanın kabulüyle kıymet kazanır ve kemalâta ulaşır. İşte bu sebepten dolayı, Üstadımız hadiseyi tasvir ederken mevcudatın bu duaya “Âmin” dediğini beyan etti. Zira ahiret yurdunun açılması sadece insanların ve cinlerin ihtiyacı değil, zerreden şemse kadar bütün mevcudatın ihtiyacıdır.
Üstadımız “Niçin dua ediyor?” maddesini bu şekilde beyan ettikten sonra, “Kim dua ediyor?” maddesine tekrar dönüp, yukarıdaki beyanına şöyle bir atıf yapıyor:
Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdatkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki güya bütün mevcudata, semavata, Arş’a işittirip, vecde getirip duasına “Âmin Allahümme âmin!” dedirtiyor. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)
(Fîzar-ı istimdatkârane: İmdat ve yardım isteyen bir eda ile inleme / Vecde getirme: Aşka getirme)
Bu bahsi üstte izah etmiştik. Üstadımız herhâlde tekit için aynı meseleyi bir daha zikretti ve aynı noktaya vurgu yaptı. Yukarıdaki beyandan farklı olarak, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın dua ederken nasıl bir hâlde olduğunu ve kâinatı nasıl aşka getirdiğini beyan etti.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Acaba bütün beniâdemi arkasına alıp, şu arz üstünde durup, Arş-ı a’zama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülasa-i ubudiyetini cami hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye (asm) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferid-i kevn ü zaman olan Fahr-i kâinat ne istiyor, dinleyelim. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)
(Beniâdem: Âdemoğlu / Ferid-i kevn ü zaman: Bütün varlıkların en değerlisi ve bütün zamanlarda biricik ve tek olan / Fahr-i kâinat: Kâinatın kendisi ile övündüğü zat)
Peygamberimiz (a.s.m)’ın beniâdemi arkasına alıp duasına “Âmin” dedirtmesini üstte izah etmiştik. Burada şu nokta üzerinde durmak istiyoruz:
Üstadımız, Peygamberimiz (a.s.m)’ı dört vasıfla vasfetti:
1. Peygamberimiz (a.s.m.)’ın hakikat-i ubudiyetinin, beşerin hülasa-i ubudiyetine cami olması.
2. Peygamberimiz (a.s.m.)’ın şeref-i nev-i insan olması.
3. Ferid-i kevn ü zaman olması.
4. Fahr-i kâinat olması.
Bu maddelerin her biri üzerinde durulabilir ve uzunca mütalaa edilebilir. Ancak bu uzun mütalaayı yaparsak dersin odak noktasını kaybederiz. Bu sebeple bu cümlelerin izahını başka zamana havale ediyor ve bu kapıyı açmıyoruz.
Üstadımız dördüncü madde olan “Duasında ne istiyor?” maddesini şöyle beyan ediyor:
Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, cennet istiyor. Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor; o esmadan şefaat talep ediyor, görüyorsun. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)
Evet, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) duasında saadet-i ebediyeyi istiyor, beka istiyor, cennet istiyor; Allah’ın rızasını, cennette Allah’a kavuşmayı ve Allah’ı görmeyi istiyor. Ve bunları isterken de bazen esmâ-i İlahiyeyi şefaatçi yapıyor ve o isimler hürmetine istiyor.
Mesela diyor ki:
اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الْجَنَّة وَمَا قَرَّبَ إِلَيْهَا مِنْ قَوْلٍ وَعَمَلٍ
“Ey Allah’ım, senden cenneti istiyorum ve ona yakınlaştıracak söz ve amelleri istiyorum.”
Ve yine diyor ki:
اللَّهُمَّ ارْزُقْنَا رِضَاكَ وَجَنَّةَ الْفِرْدَوْسِ اْلأَعْلى
“Ey Allah’ımız, bizi rızan ile ve Firdevs-i A’la cennetiyle rızıklandır.”
اللَّهُمَّ ارْزُقْنَا النَّظَرَ لِوَجْهِكَ الْكَرِيمِ
“Ey Allah’ımız, bizi kerim zatını görmekle rızıklandır.”
Bunlar gibi, onlarca farklı duayla Allah’ın rızasını istiyor, cennette Allah’a kavuşmak istiyor, Allah’ı görmek istiyor ve saadet-i ebediyeyi istiyor. Ve bu duaya bütün beniâdem “Âmin” diyor. Zevilhayat olan hayvanat ve nebatat dahi “Âmin” diyor. Ve kâinat, içindeki bütün mevcudatıyla “Âmin” diyor.
— Böyle bir duanın kabul edilmemesi ve Peygamberimiz (a.s.m.)’a isteğinin verilmemesi mümkün müdür?
Hâşâ ve kellâ.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Eğer ahiretin hesapsız esbab-ı mûcibesi, delail-i vücudu olmasa idi, yalnız şu zatın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahim’in kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)
(Esbab-ı mûcibe: Gerekli kılan sebepler / Delail-i vücud: Varlığının delilleri)
Allah’ın rahmeti, hikmeti, adaleti ve daha birçok ism-i şerifi ahiretin ve cennetin icadını iktiza etmektedir. Faraza, eğer bu iktizalardan hiçbiri olmasaydı, sadece Peygamberimiz (a.s.m.)’ın yaptığı dua cennetin icadına kâfi gelirdi. Çünkü cenneti yaratmak Allah’ın kudretine bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır. Saadet-i ebediyeyi icat etmek bir sineğin ihyası kadar basittir.
— Kudretine her şeyin müsavi olduğu Allahû Teâlâ hiç mümkün müdür ki en has kulunun ve en sevgili abdinin duasına icabet etmesin ve istediğini ona vermesin?
Bu mümkün değildir.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Demek, nasıl ki o zatın risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi; لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ sırrına mazhar oldu. Onun gibi, ubudiyeti dahi öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.
(Hadisin manası: Eğer sen olmasaydın, ben âlemleri yaratmazdım.)
Peygamberimizin risaleti, imtihan ve ubudiyet için şu dünyanın kurulmasına sebep olduğu gibi, ubudiyetinde yaptığı dua da mükâfat ve mücazat için dâr-ı ahiretin icadına sebep olmuştur.
Yani Allahu Teâlâ daha Hz. Âdem’i -hatta varlık âlemini- yaratmadan önce, eşya ve kâinat yok iken, Hz. Muhammed (a.s.m.)’ı risaletle vazifelendirmeyi irade etti. Onun risaleti de bir imtihan yurdunun açılmasını iktiza etti. İmtihan yurdu olmazsa risalet de olmaz. İşte ona istikbalde verilecek risalet vazifesinin hürmetine şu imtihan ve ubudiyet yurdu açıldı; risalet-i Ahmediye (a.s.m.) bu dâr-ı imtihanın icadına sebep oldu.
لولاك لولاك لما خلقت الأفلاك “Eğer sen olmasaydın, ben âlemleri yaratmazdım.” manasındaki hadis-i kudsi bu hakikate işaret etmektedir.
Efendimiz (a.s.m.)’ın risaleti bu imtihan yurdunun açılmasına sebep olduğu gibi, ubudiyetinde yaptığı dua da -mükâfat ve ceza için- ahiret yurdunun icadına sebep oldu.
Risaleti hürmetine bu dünyanın yaratıldığı, duası hürmetine ahiretin icat edildiği bir zat, Allahu Teâlâ katında ne kadar makbuldür; varın, siz düşünün!
Üstadımız bu delili şu salavat ile tamamlıyor:
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى ذٰلِكَ الْحَبيبِ الَّذى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَ فَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَ حَيَاتُ الدَّارَيْنِ وَ وَسيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَ ذُو الْجَنَاحَيْنِ وَ رَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَ عَلٰى اٰلِه وَ صَحْبِه اَجْمَعينَ وَ عَلٰى اِخْوَانِه مِنَ النَّبِيّينَ وَ الْمُرْسَلينَ اٰمينَ
Mücîb ism-i şerifinin ahireti iktiza etmesini 43. derste de mütalaa etmiştik. Üstadımız orada şöyle demişti:
“Ve keza, yardım isteyenlere yardım ve dua edenlere cevap vermek hususunda pek rahîmâne bir şefkat sahibi olan bir sultan -ki edna bir mahlukun edna bir isteğini derhal yapar, verir- elbette bütün mahlukatın en büyük bir ihtiyacını kemâl-i suhuletle yapar. Böyle umumi ve en mühim bir ihtiyaç ancak ahirettir.”
Üstadımız mezkûr ifadesiyle bu delili daha önce beyan etmişti. Burada meseleyi biraz daha detaylandırdı. Bizler bu makamda, 43. derste yaptığımız mütalaayı tekrar ederek manayı kuvvetlendirelim:
BİRİNCİ BASAMAK: MAHLUKATIN DUASI VE BU DUALARA YAPILAN İCABET
Dua iki kısma ayrılır:
Birincisi: Dil ile yapılan duadır ki buna “lisan-ı kâl” denir.
İkincisi: Hâl lisanı ile yapılan duadır ki buna da “lisan-ı hâl” denir. Lisan-ı hâlle yapılan dualar da üçe ayrılır:
1. Lisan-ı ihtiyaç ile yapılan dualar: Mesela bir çiftçinin toprağı kazması lisan-ı ihtiyaçla yapılan bir duadır. Çiftçi o hâliyle ihtiyacını Allah’a arz eder. Yine bir kuşun kanat için, bir balığın yüzgeç için, bir ağacın yaprak ve meyve için yaptığı hâlî dualar lisan-ı ihtiyaçla yapılan dualardır.
2. Lisan-ı istidat ile yapılan dualar: Bu dualar kabiliyetin lisan-ı hâliyle yapılan dualardır. Bir yumurtanın kuş olabilmek için, bir tohumun çiçek olabilmek için ve bir çekirdeğin ağaç olabilmek için yaptığı hâlî dualar lisan-ı istidat ile yapılan dualara misaldir.
3. Lisan-ı ızdırar ile yapılan dualar: Bütün ümitlerin kesildiği, bütün sebeplerin sükût ettiği, bütün umutların kaybolduğu ve son derece sıkıntılı anlarda hâl lisanıyla yapılan dualardır. Bu durumda kişi âdeta hâli ile Allah’a yalvarmakta ve bir çıkış yolu istemektedir.
Demek dua ikiye ayrılıyor: Lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl.
Lisan-ı hâl de kendi içinde üçe ayrılıyor: Lisan-ı ihtiyaç, lisan-ı istidat ve lisan-ı ızdırar.
Ancak şunu da belirtelim ki: Yapılan bütün dualar hikmet-i İlahiye sebebiyle kabul olmuyor. Mesela bir ıstakoz bir yılda yedi milyar yumurta yumurtluyor. Bütün bu yumurtalar lisan-ı istidat ile Allah’a dua edip ıstakoz olmak istiyor. Eğer hepsinin duasına icabet edilse ve hepsi ıstakoz olsaydı, bir senede denizler ıstakozla dolacak ve diğer hayat sahiplerinin hakları zayi olacaktı. Diğer hayat sahiplerinin haklarının korunması ve zayi olmaması için, yapılan dualar bir hikmet tahtında kabul edilmektedir.
Şimdi, delili mütalaaya başlayalım:
Her kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki her dua edenin duasına icabet ediliyor ve her ses işitilip cevap veriliyor.
Mesela hayvanatın ve bitkilerin rızıkları mükemmelen veriliyor ve hiçbiri aç bırakılmıyor. Hatta en zayıfların ve yavruların rızıkları daha mükemmel gönderiliyor. İşte bu, onların lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları dualara bir icabettir.
Yine bir kuş kanat istiyor, ona kanat takılıyor. Bir sinek beş bin petekli göz istiyor, ona göz veriliyor. Bir karınca, arkadaşlarıyla konuşup haberleşebileceği bir telefon istiyor, ona anten takılıyor. İnsan göz istiyor, kulak istiyor, dil istiyor ve hadsiz maddi ve manevi cihazat ve duygular istiyor, ne isterse ona veriliyor. İnsan gibi, diğer bütün mahlukat da nihayetsiz şeyler istiyor, istedikleri bitamamiha onlara gönderiliyor. Bütün bu istemekler lisan-ı ihtiyaç ile hâlî bir duadır ki onların dualarına icabet ediliyor.
Yine bir tohum çiçek olmak istiyor. Bir çekirdek toprak altında yarılıp büyümek ve kocaman bir ağaç olmak istiyor. Bir damla su insan olmak istiyor. Bir yumurta rengârenk bir tavus kuşuna inkılâp etmek istiyor. Bütün bunlar lisan-ı istidat ile yapılan hâlî dualardır ki hepsine bir hikmet tahtında icabet ediliyor.
Yine bazen oluyor ki bir bitki susuzluktan kurumaya yüz tutuyor; ona bulut orduları gönderiliyor. Bazen oluyor, bir hayvan nihayetsiz ihtiyaç içinde kıvranıyor; ona sebepler üzerinde hususi imdat ediliyor. Bazen oluyor, bütün dünya sanki insanın üzerine geliyor, her şey onu sıkıyor; hiç ummadığı yerden ona yardım yetiştiriliyor. Bezen oluyor, bütün sebepler sukut ediyor, bütün ins ve cin toplansa yardım edemeyecek oluyor; tam o anda ona yardım ediliyor. Bazen oluyor, bütün tabipler ümidini kesiyor; birden ona şifa veriliyor.
Sözün özü: Bazen oluyor, bütün sebepler sukut ediyor, bütün yardım elleri kayboluyor, bütün umutlar tükeniyor ve tam o anda bilinmedik bir yerden yardım ediliyor, imdada koşuluyor. İşte bu, lisan-ı ızdırar ile yapılan hâlî dualara cevaptır.
Yine bazen oluyor, insan ellerini açıp dua ediyor. Matlubunu ve maksudunu ilan edip Rabb-i Rahîm’inden istiyor. Bütün sebepleri sırtının arkasına atarak sadece O’na yöneliyor, O’nun huzurunda bükülüyor ve istediği matlubu o anda ona ihsan ediliyor.
Kim var ki “Ben istedim ama bana verilmedi.” diyebilsin. Hayır, yoktur! Zira hikmet tahtında lisan-ı kâl ile yapılan bütün dualara icabet edilir. İcabet edilmedi zannedilenlerin bir kısmı ya ahirete bırakılır ya da kişinin isteğinden daha güzel bir surette ona verilir.
Mesela o bir erkek çocuk ister, Allahu Teâlâ ona Hazreti Meryem gibi bir kız çocuk verir. Bu durumda, “Duası kabul olmadı.” denilmez; “Duasına daha güzel bir surette icabet edildi.” denilir.
Hem bazen olur, kişi kendisine zarar verecek bir şey ister. Mesela zenginlik ister ama zengin olunca azacağını bilmez. Her şeyin akıbetini en iyi bilen Allahu Teâlâ, kulunun azacağını bilir ve o kuluna merhameten, istediği zenginliği ona vermez; bu duasını ahirete bırakır, onu ahiretin zengini yapar.
Hem bazen kişi fâni dünyasının saadeti için dua eder ama duası ahireti için kabul olunur; ona ahiretin saadeti verilir. Bu durumda, “Duası reddedildi.” denilmez; belki “Daha faydalı bir surette kabul edildi.” denilir.
Madem Cenab-ı Hak hakîmdir; biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bize muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister, tabip ona sıtması için sulfato verir. Bu durumda, “Tabip beni dinlemedi.” denilmez. Belki o tabip hastanın âh-ü fizârını dinledi, işitti ve cevap verdi; maksudunun en iyisini yerine getirdi.
Buraya kadar yaptığımız izahattan anlaşıldı ki: Lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet ediliyor. Her ses işitilip, her duaya cevap veriliyor. Hatta en küçük bir ihtiyaç, en küçük bir mahluktan gelse ona yardım edilip, duasına icabet ediliyor.
İKİNCİ BASAMAK: DUALARA İCABET EDEN MUCÎB KİMDİR?
Şimdi soruyoruz:
— Hayvanatın ve nebatatın lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları dualara icabet eden ve onları böyle nâzeninâne besleyen kimdir?
— Tohumu çiçek, çekirdeği ağaç, bir damla suyu insan yapan ve mahlukatın lisan-ı istidat ile yaptıkları dualara icabet eden kimdir?
— Kimdir sebepler sukut ettiğinde mahlukatın yardımına koşan? Zorda kalmışların lisan-ı ızdırarla yaptıkları dualara icabet eden?
— Kimdir her sesi işiten, her duaya cevap veren, her muztarın yardımına koşan ve ona rahmet ile imdat eden?
Bütün bu “kim”lerin tek bir cevabı vardır, o da Allah’tır.
Mahlukatın lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yaptıkları dualara cevap verilmesi Allah’ın varlığının delili ve O’nun Mucîb isminin ispatıdır.
ÜÇÜNCÜ BASAMAK: MUCÎB İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Bu âlemin sahibi olan Zat mucîbtir; her duaya cevap verir ve icabet eder. Her sesi işitir ve o sesin sahibine imdat eder.
— Acaba hiç mümkün müdür ki Allahu Teâlâ en küçük bir haceti, en küçük bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ihtiyacını karşılasın; en gizli bir sesi en gizli bir mahlukundan işitip ona imdat etsin; hâl ve kâl lisanlarıyla yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet etsin ve bu muameleleriyle nihayetsiz şefkatini ve merhametini ispat etsin; sonra da en makbul kulları olan insanların dualarına icabet etmesin?
— Ve bilhassa insanlar içindeki en makbul kul ve en sevgili mahluk olan Hazreti Muhammed (a.s.m.)’ın ebedî saadet için yaptığı duaları görüp bilmesin, isteğini yerine getirmesin ve o en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Hâşâ ve kellâ!
Evet, her kim kendi kalbini ve ruhunu dinlese, “ebed, ebed, ebed” sesini ve duasını ondan işitecektir. Nasıl ki midenin açlık lisanıyla yaptığı dualar hadsiz yiyeceklerin yaratılmasına bir sebep olmuş ve midenin lisan-ı ihtiyaçla yaptığı bu duaya yeryüzü bir sofra yapılarak icabet edilmiş; aynen bunun gibi, kalp, ruh, akıl ve diğer bütün latifeler de ebed için dua etmekte ve ebedî saadeti hem lisan-ı ihtiyaçla, hem lisan-ı istidatla, hem de lisan-ı ızdırarla istemektedir.
— Acaba hiç mümkün müdür ki Cenab-ı Hak en hakir bir mahluk olan sineğin, kanat gibi en basit bir ihtiyacı için yaptığı duayı işitsin ve ona kanat takmakla duasına icabet etsin; sonra da bütün insanların lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yaptıkları ebedî saadet ve cennet duasını işitmesin, icabet etmesin? Yani sivrisineğin sesini işitsin ama gökyüzünün sesini işitmesin; bu hiç mümkün müdür?
Elbette değildir! Madem mümkün değildir, öyleyse icabet edecek ve etmiştir ve o duaların hürmetine -kendisine bir çiçeği yaratmak kadar kolay olan- ahireti ve cenneti yaratmıştır.
Bilhassa ebedî saadet için dua edenler içinde dostları olan peygamberler ve evliyalar vardır. Ve o peygamberler ve evliyaların içinde öyle bir zat vardır ki o zat şu âlemin yaratılışının bir sebebi ve şu âlemin sahibinin en sevgili ve makbul kuludur. O kul Hazreti Muhammed (a.s.m.)’dır.
— Hiç mümkün müdür ki Cenab-ı Hak “Habibim” dediği bu zatın ebed için yaptığı duayı kabul etmesin ve onun duasının hürmetine cenneti yaratmasın?
Eğer ahiretin yaratılması için hadsiz esbab olmasaydı, sadece şu zatın tek bir duası ahiretin yaratılması için kâfi gelirdi ve ahiretin varlığını ispata yeterdi. Zira öyle bir Zattan istiyor ki O’nun için cenneti yaratmak, bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır.
Evet, bahar mevsimini bir mahşer meydanı yapan ve yüz binlerce mahlukatı hiçten icat ederek haşrin yüz binler numunesini gösteren bir Kadir-i Mutlak’a cennetin icadı nasıl ağır olabilir?
Demek, nasıl ki Peygamberimizin risaleti şu imtihan meydanının açılmasına sebebiyet verdi; aynen bunun gibi, ubudiyeti ve duası dahi ahiretin açılmasına sebebiyet verdi.
Şimdi, bu delili maddeleyerek pekiştirelim:
1. İnsanların, hayvanatın ve nebatatın lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl ile yaptıkları dualara bir hikmet tahtında icabet ediliyor.
2. Bu icabet, perde arkasındaki bir Zatın vücudunu ispat eder ve bu Zatı bizlere “Mucîb” ism-i şerifiyle tanıtır.
3. Madem O zat mucîbtir, her duaya icabet eder ve en adi bir mahlukunun en basit bir isteğini yerine getirir, o hâlde ahiret için yapılan dualara da elbette icabet edecektir.
4. Bilhassa ahiret ve ebedî saadet için dua edenlerin içinde O zatın en sevgili kulu ve en makbul mahluku olan Hazreti Muhammed (a.s.m.) vardır. Bu zat bütün peygamberleri ve ümmetini duasında arkasına almış, o zatlara da “Âmin” dedirtmekte ve duasının kabulü için esmâ-i İlahiyeyi şefaatçi yapmaktadır. Elbette bu duanın reddolunması ve ahiretin yaratılmaması mümkün değildir.
Mütalaasını yaptığımız bölümü bir daha okuyarak dersimizi tamamlayalım:
Ve keza, bu âlemin Sâniinde pek rahîmâne bir şefkat vardır. Zira görüyoruz ki: Bu âlemde yardım isteyen bir musibetzedeye kemal-i süratle yardım ediliyor. Dergâh-ı izzete iltica eden kurtuluyor. Sual eden sâillerin istekleri veriliyor. En âdi bir zihayatın sesi işitiliyor ve haceti kabul ediliyor.
İşte böyle bir şefkat sahibi; nev-i beşerin en büyük, en lazım, en zaruri, şedit bir haceti hakkında; bütün insanlar namına yaptığı duada istediği cenneti ve saadet-i ebediyeyi ve ba’sü ba’de’l-mevti yapacaktır. Bilhassa o reis-i muhteremin şu umumî duasına bütün zevilhayat, bütün mahlukat “Âmin, âmin!” diyorlar.
Bak, o zat öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki insanı ve bütün mahlukatı, esfel-i safilin olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten a’lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvi vazifeye, mektubat-ı Samedâniye olması derecesine çıkarıyor.
Bak, hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdatkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki güya bütün mevcudata, semavata, Arş’a işittirip, vecde getirip duasına “Âmin Allahümme âmin!” dedirtiyor.
Acaba bütün beniâdemi arkasına alıp, şu arz üstünde durup, Arş-ı a’zama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülasa-i ubudiyetini cami hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye (asm) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferid-i kevn ü zaman olan Fahr-i kâinat ne istiyor, dinleyelim.
Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, cennet istiyor. Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor; o esmadan şefaat talep ediyor, görüyorsun.
Eğer ahiretin hesapsız esbab-ı mûcibesi, delail-i vücudu olmasa idi, yalnız şu zatın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahim’in kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti.
Demek, nasıl ki o zatın risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ sırrına mazhar oldu. Onun gibi, ubudiyeti dahi öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى ذٰلِكَ الْحَبيبِ الَّذى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَ فَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَ حَيَاتُ الدَّارَيْنِ وَ وَسيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَ ذُو الْجَنَاحَيْنِ وَ رَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَ عَلٰى اٰلِه وَ صَحْبِه اَجْمَعينَ وَ عَلٰى اِخْوَانِه مِنَ النَّبِيّينَ وَ الْمُرْسَلينَ اٰمينَ
Yazar: Sinan Yılmaz