43. Ve keza, yardım isteyenlere yardım ve dua edenlere cevap vermek hususunda…
Lâsiyyemalar mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Ve keza, yardım isteyenlere yardım ve dua edenlere cevap vermek hususunda pek rahîmâne bir şefkat sahibi olan bir sultan -ki edna bir mahlukun edna bir isteğini derhal yapar, verir- elbette bütün mahlukatın en büyük bir ihtiyacını kemâl-i suhuletle yapar. Böyle umumi ve en mühim bir ihtiyaç ancak ahirettir. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)
(Rahîmâne: Merhametli bir şekilde / Edna: Basit, aşağı / Kemâl-i suhulet: Tam bir kolaylık)
Üstad Hazretleri, Mucîb (dualara icabet eden) isminin ahireti iktizasını beyan etti. Demek bu makamda, Mucîb ism-i şerifiyle ahiretin kapısını çalacağız. Yine meseleyi mütalaa ederken aynı usulü takip edip, ahiretin varlığını üç basamakta ispat edeceğiz:
1. Kâinattaki tecelli.
2. Bu tecellide gözüken ism-i İlahî.
3. Bu ismin ahireti iktiza etmesi.
Şimdi, Mucîb isminin ahireti iktizasını mütalaa edelim:
BİRİNCİ BASAMAK: MAHLUKATIN DUASI VE BU DUALARA YAPILAN İCABET
Dua iki kısma ayrılır:
Birincisi: Dil ile yapılan duadır ki buna “lisan-ı kâl” denir.
İkincisi: Hâl lisanı ile yapılan duadır ki buna da “lisan-ı hâl” denir. Lisan-ı hâlle yapılan dualar da üçe ayrılır:
1. Lisan-ı ihtiyaç ile yapılan dualar: Mesela bir çiftçinin toprağı kazması lisan-ı ihtiyaçla yapılan bir duadır. Çiftçi o hâliyle ihtiyacını Allah’a arz eder. Yine bir kuşun kanat için, bir balığın yüzgeç için, bir ağacın yaprak ve meyve için yaptığı hâlî dualar lisan-ı ihtiyaçla yapılan dualardır.
2. Lisan-ı istidat ile yapılan dualar: Bu dualar kabiliyetin lisan-ı hâliyle yapılan dualardır. Bir yumurtanın kuş olabilmek için, bir tohumun çiçek olabilmek için ve bir çekirdeğin ağaç olabilmek için yaptığı hâlî dualar lisan-ı istidat ile yapılan dualara misaldir.
3. Lisan-ı ızdırar ile yapılan dualar: Bütün ümitlerin kesildiği, bütün sebeplerin sükût ettiği, bütün umutların kaybolduğu ve son derece sıkıntılı anlarda hâl lisanıyla yapılan dualardır. Bu durumda kişi âdeta hâli ile Allah’a yalvarmakta ve bir çıkış yolu istemektedir.
Demek dua ikiye ayrılıyor: Lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl.
Lisan-ı hâl de kendi içinde üçe ayrılıyor: Lisan-ı ihtiyaç, lisan-ı istidat ve lisan-ı ızdırar.
Ancak şunu da belirtelim ki: Yapılan bütün dualar hikmet-i İlahiye sebebiyle kabul olmuyor. Mesela bir ıstakoz bir yılda yedi milyar yumurta yumurtluyor. Bütün bu yumurtalar lisan-ı istidat ile Allah’a dua edip ıstakoz olmak istiyor. Eğer hepsinin duasına icabet edilse ve hepsi ıstakoz olsaydı, bir senede denizler ıstakozla dolacak ve diğer hayat sahiplerinin hakları zayi olacaktı. Diğer hayat sahiplerinin haklarının korunması ve zayi olmaması için, yapılan dualar bir hikmet tahtında kabul edilmektedir.
Şimdi, delili mütalaaya başlayalım:
Her kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki her dua edenin duasına icabet ediliyor ve her ses işitilip cevap veriliyor.
Mesela hayvanatın ve bitkilerin rızıkları mükemmelen veriliyor ve hiçbiri aç bırakılmıyor. Hatta en zayıfların ve yavruların rızıkları daha mükemmel gönderiliyor. İşte bu, onların lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları dualara bir icabettir.
Yine bir kuş kanat istiyor, ona kanat takılıyor. Bir sinek beş bin petekli göz istiyor, ona göz veriliyor. Bir karınca, arkadaşlarıyla konuşup haberleşebileceği bir telefon istiyor, ona anten takılıyor. İnsan göz istiyor, kulak istiyor, dil istiyor ve hadsiz maddi ve manevi cihazat ve duygular istiyor, ne isterse ona veriliyor. İnsan gibi, diğer bütün mahlukat da nihayetsiz şeyler istiyor, istedikleri bitamamiha onlara gönderiliyor. Bütün bu istemekler lisan-ı ihtiyaç ile hâlî bir duadır ki onların dualarına icabet ediliyor.
Yine bir tohum çiçek olmak istiyor. Bir çekirdek toprak altında yarılıp büyümek ve kocaman bir ağaç olmak istiyor. Bir damla su insan olmak istiyor. Bir yumurta rengârenk bir tavus kuşuna inkılâp etmek istiyor. Bütün bunlar lisan-ı istidat ile yapılan hâlî dualardır ki hepsine bir hikmet tahtında icabet ediliyor.
Yine bazen oluyor ki bir bitki susuzluktan kurumaya yüz tutuyor; ona bulut orduları gönderiliyor. Bazen oluyor, bir hayvan nihayetsiz ihtiyaç içinde kıvranıyor; ona sebepler üzerinde hususi imdat ediliyor. Bazen oluyor, bütün dünya sanki insanın üzerine geliyor, her şey onu sıkıyor; hiç ummadığı yerden ona yardım yetiştiriliyor. Bezen oluyor, bütün sebepler sukut ediyor, bütün ins ve cin toplansa yardım edemeyecek oluyor; tam o anda ona yardım ediliyor. Bazen oluyor, bütün tabipler ümidini kesiyor; birden ona şifa veriliyor.
Sözün özü: Bazen oluyor, bütün sebepler sukut ediyor, bütün yardım elleri kayboluyor, bütün umutlar tükeniyor ve tam o anda bilinmedik bir yerden yardım ediliyor, imdada koşuluyor. İşte bu, lisan-ı ızdırar ile yapılan hâlî dualara cevaptır.
Yine bazen oluyor, insan ellerini açıp dua ediyor. Matlubunu ve maksudunu ilan edip Rabb-i Rahîm’inden istiyor. Bütün sebepleri sırtının arkasına atarak sadece O’na yöneliyor, O’nun huzurunda bükülüyor ve istediği matlubu o anda ona ihsan ediliyor.
Kim var ki “Ben istedim ama bana verilmedi.” diyebilsin. Hayır, yoktur! Zira hikmet tahtında lisan-ı kâl ile yapılan bütün dualara icabet edilir. İcabet edilmedi zannedilenlerin bir kısmı ya ahirete bırakılır ya da kişinin isteğinden daha güzel bir surette ona verilir.
Mesela o bir erkek çocuk ister, Allahu Teâlâ ona Hazreti Meryem gibi bir kız çocuk verir. Bu durumda, “Duası kabul olmadı.” denilmez; “Duasına daha güzel bir surette icabet edildi.” denilir.
Hem bazen olur, kişi kendisine zarar verecek bir şey ister. Mesela zenginlik ister ama zengin olunca azacağını bilmez. Her şeyin akıbetini en iyi bilen Allahu Teâlâ, kulunun azacağını bilir ve o kuluna merhameten, istediği zenginliği ona vermez; bu duasını ahirete bırakır, onu ahiretin zengini yapar.
Hem bazen kişi fâni dünyasının saadeti için dua eder ama duası ahireti için kabul olunur; ona ahiretin saadeti verilir. Bu durumda, “Duası reddedildi.” denilmez; belki “Daha faydalı bir surette kabul edildi.” denilir.
Madem Cenab-ı Hak hakîmdir; biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bize muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister, tabip ona sıtması için sulfato verir. Bu durumda, “Tabip beni dinlemedi.” denilmez. Belki o tabip hastanın âh-ü fizârını dinledi, işitti ve cevap verdi; maksudunun en iyisini yerine getirdi.
Buraya kadar yaptığımız izahattan anlaşıldı ki: Lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet ediliyor. Her ses işitilip, her duaya cevap veriliyor. Hatta en küçük bir ihtiyaç, en küçük bir mahluktan gelse ona yardım edilip, duasına icabet ediliyor.
İKİNCİ BASAMAK: DUALARA İCABET EDEN MUCÎB KİMDİR?
Şimdi soruyoruz:
— Hayvanatın ve nebatatın lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları dualara icabet eden ve onları böyle nâzeninâne besleyen kimdir?
— Tohumu çiçek, çekirdeği ağaç, bir damla suyu insan yapan ve mahlukatın lisan-ı istidat ile yaptıkları dualara icabet eden kimdir?
— Kimdir sebepler sukut ettiğinde mahlukatın yardımına koşan? Zorda kalmışların lisan-ı ızdırarla yaptıkları dualara icabet eden?
— Kimdir her sesi işiten, her duaya cevap veren, her muztarın yardımına koşan ve ona rahmet ile imdat eden?
Bütün bu “kim”lerin tek bir cevabı vardır, o da Allah’tır.
Mahlukatın lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yaptıkları dualara cevap verilmesi Allah’ın varlığının delili ve O’nun Mucîb isminin ispatıdır.
ÜÇÜNCÜ BASAMAK: MUCÎB İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Bu âlemin sahibi olan Zat mucîbtir; her duaya cevap verir ve icabet eder. Her sesi işitir ve o sesin sahibine imdat eder.
— Acaba hiç mümkün müdür ki Allahu Teâlâ en küçük bir haceti, en küçük bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ihtiyacını karşılasın; en gizli bir sesi en gizli bir mahlukundan işitip ona imdat etsin; hâl ve kâl lisanlarıyla yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet etsin ve bu muameleleriyle nihayetsiz şefkatini ve merhametini ispat etsin; sonra da en makbul kulları olan insanların dualarına icabet etmesin?
— Ve bilhassa insanlar içindeki en makbul kul ve en sevgili mahluk olan Hazreti Muhammed (a.s.m.)’ın ebedî saadet için yaptığı duaları görüp bilmesin, isteğini yerine getirmesin ve o en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Hâşâ ve kellâ!
Evet, her kim kendi kalbini ve ruhunu dinlese, “ebed, ebed, ebed” sesini ve duasını ondan işitecektir. Nasıl ki midenin açlık lisanıyla yaptığı dualar hadsiz yiyeceklerin yaratılmasına bir sebep olmuş ve midenin lisan-ı ihtiyaçla yaptığı bu duaya yeryüzü bir sofra yapılarak icabet edilmiş; aynen bunun gibi, kalp, ruh, akıl ve diğer bütün latifeler de ebed için dua etmekte ve ebedî saadeti hem lisan-ı ihtiyaçla, hem lisan-ı istidatla, hem de lisan-ı ızdırarla istemektedir.
— Acaba hiç mümkün müdür ki Cenab-ı Hak en hakir bir mahluk olan sineğin, kanat gibi en basit bir ihtiyacı için yaptığı duayı işitsin ve ona kanat takmakla duasına icabet etsin; sonra da bütün insanların lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yaptıkları ebedî saadet ve cennet duasını işitmesin, icabet etmesin? Yani sivrisineğin sesini işitsin ama gökyüzünün sesini işitmesin; bu hiç mümkün müdür?
Elbette değildir! Madem mümkün değildir, öyleyse icabet edecek ve etmiştir ve o duaların hürmetine -kendisine bir çiçeği yaratmak kadar kolay olan- ahireti ve cenneti yaratmıştır.
Bilhassa ebedî saadet için dua edenler içinde dostları olan peygamberler ve evliyalar vardır. Ve o peygamberler ve evliyaların içinde öyle bir zat vardır ki o zat şu âlemin yaratılışının bir sebebi ve şu âlemin sahibinin en sevgili ve makbul kuludur. O kul Hazreti Muhammed (a.s.m.)’dır.
— Hiç mümkün müdür ki Cenab-ı Hak “Habibim” dediği bu zatın ebed için yaptığı duayı kabul etmesin ve onun duasının hürmetine cenneti yaratmasın?
Eğer ahiretin yaratılması için hadsiz esbab olmasaydı, sadece şu zatın tek bir duası ahiretin yaratılması için kâfi gelirdi ve ahiretin varlığını ispata yeterdi. Zira öyle bir Zattan istiyor ki O’nun için cenneti yaratmak, bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır.
Evet, bahar mevsimini bir mahşer meydanı yapan ve yüz binlerce mahlukatı hiçten icat ederek haşrin yüz binler numunesini gösteren bir Kadir-i Mutlak’a cennetin icadı nasıl ağır olabilir?
Demek, nasıl ki Peygamberimizin risaleti şu imtihan meydanının açılmasına sebebiyet verdi; aynen bunun gibi, ubudiyeti ve duası dahi ahiretin açılmasına sebebiyet verdi.
Şimdi, bu delili maddeleyerek pekiştirelim:
1. İnsanların, hayvanatın ve nebatatın lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl ile yaptıkları dualara bir hikmet tahtında icabet ediliyor.
2. Bu icabet, perde arkasındaki bir Zatın vücudunu ispat eder ve bu Zatı bizlere “Mucîb” ism-i şerifiyle tanıtır.
3. Madem O zat mucîbtir, her duaya icabet eder ve en adi bir mahlukunun en basit bir isteğini yerine getirir, o hâlde ahiret için yapılan dualara da elbette icabet edecektir.
4. Bilhassa ahiret ve ebedî saadet için dua edenlerin içinde O zatın en sevgili kulu ve en makbul mahluku olan Hazreti Muhammed (a.s.m.) vardır. Bu zat bütün peygamberleri ve ümmetini duasında arkasına almış, o zatlara da “Âmin” dedirtmekte ve duasının kabulü için esmâ-i İlahiyeyi şefaatçi yapmaktadır. Elbette bu duanın reddolunması ve ahiretin yaratılmaması mümkün değildir.
Mütalaasını yaptığımız bölümü bir daha okuyarak dersimizi tamamlayalım:
Ve keza, yardım isteyenlere yardım ve dua edenlere cevap vermek hususunda pek rahîmâne bir şefkat sahibi olan bir sultan -ki edna bir mahlukun edna bir isteğini derhal yapar, verir- elbette bütün mahlukatın en büyük bir ihtiyacını kemâl-i suhuletle yapar. Böyle umumi ve en mühim bir ihtiyaç ancak ahirettir. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)
Yazar: Sinan Yılmaz