50. Ve keza, şu muvakkat menzillerin saltanat-ı daimeye makar olacak bir şekle gireceğine…
Lâsiyyemalar mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Ve keza, şu muvakkat menzillerin saltanat-ı daimeye makar olacak bir şekle gireceğine pek çok deliller, burhanlar vardır. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)
(Muvakkat: Geçici / Saltanat-ı daime: Allah’ın daimî saltanatı / Makar: Merkez, payitaht)
Bu delilleri maddeler hâlinde şöylece sıralayabiliriz:
1. Başta Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) olarak bütün peygamberler ahiretin varlığına delildir.
2. Başta Kur’an olarak bütün semavi kitaplar ahiretin varlığına delildir.
3. Bütün evliyalar ahiretin varlığına delildir.
4. Bütün asfiya, ulema ve ehl-i tahkik ahiretin varlığına delildir.
5. Kâinattaki hikmet, adalet, inayet, merhamet gibi bütün hakikatler ahiretin varlığına delildir.
Demek, ahiretin varlığının delilleri hadsiz ve hesapsızdır.
Üstadımızın, “Şu muvakkat menzillerin saltanat-ı daimeye makar olacak bir şekle gireceğine pek çok deliller, burhanlar vardır.” sözü aynı zamanda bir ayet mealidir. Bu mana Kur’an-ı Hakîm’de şöyle geçmektedir:
يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ
“O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür.” (İbrahim 48)
Bu ayet-i celile, şu muvakkat menzillerin -yeryüzünün ve gökyüzünün- değişeceğine ve saltanat-ı daimeye makar olacak bir şekle gireceğine delildir.
Ben Risale-i Nurları okurken bazen Kur’an’ın genişletilmiş mealini okuduğum hissine kapılıyorum. Üstad Hazretlerinin ifadeleri Kur’an ayetlerinin manasına o kadar yakın ki ya da başka bir ifadeyle, Üstad Hazretleri tarz-ı beyanında Kur’an’ın üslubuna o kadar tabi olmuş ki Risale-i Nurlar baştan sona âdeta Kur’an kokuyor.
Biraz vakit bulabilsem, bir risaleyi seçip cümle cümle ayet karşılıklarını yazmak istiyorum. Bu çalışmayla da Risale-i Nur’un Kur’an’dan süzüldüğünü göstermek istiyorum. İnşallah bu çalışma da nasip olur.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Maahaza, bu âlemi icad edip öteki âlemi icad etmemek ve bu kâinatı vücuda getirip öteki kâinatı getirmemek, bu dünyayı yaratıp öteki dünyayı yaratmamak imkânı yoktur. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)
Allahu Teâlâ bu âlemi icat etmiş. İşte göz önünde duruyor. Bu âlemi icat eden, ahiret âlemini niçin icat edemesin?
Yine Allahu Teâlâ bu kâinatı halk etmiş. Milyarlarca galaksiyi yaratıp, içlerini milyarlarca yıldızla doldurmuş. Bunu yapabilen, ahiret âlemini niçin halk edemesin?
Yine Allahu Teâlâ bu dünyayı yaratmış. Hadsiz hayvanat ve nebatatla dünyayı şenlendirmiş. Bunu yapabilen, ahireti neden getiremesin ve neden icat edemesin?
Bu delil Kur’an’da şu şekilde geçmektedir:
ءَاَنْتُمْ اَشَدُّ خَلْقًا اَمِ السَّمَاءُ بَنٰيهَا
“Sizi (tekrar) yaratmak mı daha zor yoksa göğü bina etmek mi? Allah o göğü bina etti.” (Nâziat 27)
Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede, gökyüzünü bina etmesini insanı tekrar yaratacağına delil yapmış. Yani ona gücü yetenin buna da gücü yeteceğini beyan buyurmuş.
Bu ayet gibi, Kur’an bazen insanın ilk yaratılışını nazara verir, sonra bunu öldükten sonra dirilmeye delil yapar. Bazen bahar mevsimindeki ihyayı gösterir, sonra bunu haşre delil yapar.
Üstad Hazretleri de aynı usulü takip etti ve dedi ki:
– Bu âlemi icat eden Zatın öteki âlemi icat etmemesi,
– Şu kâinatı vücuda getiren Zatın öteki kâinatı vücuda getirmemesi,
– Bu dünyayı yaratan Zatın öteki dünyayı yaratmaması mümkün değildir.
Üstadımız bu ifadesiyle, yaratılan şeyleri yaratılacak şeylere delil yaptı ki bu, Kur’an’ın üslubu ve tarz-ı beyanıdır.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Çünkü rububiyetin saltanatı mükâfat ve mücâzatı ister. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)
Bu cümlenin mütalaasını 38. derste yapmıştık. Üstadımız orada şöyle demişti:
“Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de mücazat etmezse saltanatı inhidama yüz çevirir. Ve keza, bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lazımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücâzâtı ister. Mükâfat ve mücâzât menzilleri ahirettir.”
Hakikatler tekrar edildikçe mütalaa da tekrar edilmeli. Hakikatlerin ruhta ve kalpte meleke hâline gelmesi ancak bu şekilde mümkündür. Bu sebeple, daha önce yaptığımız mütalaayı bu makamda aynen tekrar edeceğiz.
BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN SALTANAT-I RUBUBİYET
Şimdi, gözümüz önündeki şu kâinatta küçük bir gezinti yapalım ve bu âlemde hükmeden saltanatı görelim:
Bilinen yaklaşık 500 milyar galaksi -bu sadece büyük boyutlu galaksilerin sayısıdır- ve her galakside de yaklaşık 300 milyar yıldız vardır. Bu yıldızlar hem kendi etrafında dönmekte hem de bağlı oldukları sistemle birlikte belirli yörüngelerde dönmektedir.
Üstelik evrendeki hız kavramı -dünya ölçüleriyle karşılaştırıldığında- akıl almaz boyutlardadır. Milyonlarca ton ağırlığındaki yıldızlar, gezegenler ve galaksiler uzay içinde müthiş bir süratle hareket ederler.
Üzerinde yaşadığımız Dünya saatte 1.670 km hızla kendi ekseni etrafında ve 108.000 km hızla da Güneş’in etrafında döner. Güneş Sistemi’nin galaksi merkezi etrafındaki dönüş sürati saatte 720.000 km iken, Samanyolu Galaksisi’nin uzaydaki hızı saatte 950.000 km’dir. Durmaksızın devam eden hareket öylesine yoğundur ki Dünya ve Güneş Sistemi her sene, bir önceki sene bulunduğu yerden 500 milyon kilometre uzakta bulunur.
— Acaba böyle intizamlı bir hareketin tesadüfen olması hiç mümkün müdür?
— Düz yoldaki bir arabanın intizamlı hareketi gibi basit bir intizamı dahi şoförün maharetine bağlamak zorunda olan insan, nasıl olur da kâinattaki şu intizamı tesadüfe ve sebeplere havale edebilir?
Kâinata başka bir cihetten baksak:
Kâinat öyle bir saraydır ki yıldızlar bu sarayın kandilleridir. Dünya ise bu sarayda sadece küçücük bir odadır. Güneş bu odanın lambası ve sobası; Ay ise gece lambasıdır.
Dünyanın lambası olan Güneş, Dünya’mızdan 1.300.000 defa daha büyüktür.
Bizim galaksimiz olan Samanyolu Galaksisi’nde ise iki yüz milyar ile üç yüz milyar arasında yıldız vardır.
— Her biri Güneş büyüklüğünde üç yüz milyar yıldızın kapladığı alanı hayal edebilir misiniz?
— Acaba bu kadar yıldızı birbirine çarptırmadan gezdiren kimdir?
Güneş’in merkez sıcaklığı 20 milyon santigrat derecedir. (Suyun 100 derecede kaynadığı malumdur.) Eğer Güneş’ten toplu iğne ucu kadar bir madde getirebilseydik, 160 km uzaklıktaki bir maddeyi yakabilirdi. Eğer bütün dünya odun ve kömür olsaydı, Güneş’in bir günlük ihtiyacını karşılayamazdı.
— Acaba Güneş sobasını söndürmeden yakan kimdir?
Güneş’in Dünya’ya uzaklığı 150 milyon km’dir. Samanyolu Galaksisi’nin çapı ise 100.000 ışık yılıdır. (Işığın saniyedeki hızı 300.000 km’dir.) Eğer saniyede 10.000 km hızla giden bir rokete binseydik, Samanyolu Galaksisi’nin bir yanından öbür yanına gitmek için 15 milyar 800 milyon yıla ihtiyacımız olurdu.
Bilim adamları 7.000 civarında kuyruklu yıldız tespit etmiştir. Bu sayılar her geçen gün artmaktadır. En kısasının kuyruk uzunluğu 300 milyon km’dir.
Şimdi dikkat edin! Size hayalin dahi tasavvurdan âciz kalacağı bir yıldızdan bahsedeceğiz:
Canis Majoris… Bu yıldız o kadar büyüktür ki içine tam bu kadar Dünya sığmaktadır: 7.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000
Telaffuzunu yapamadığımız bu kadar Dünya’yı içine koysak Canis Majoris Yıldızı ancak o zaman doluyor. Bu nasıl bir büyüklüktür!..
Dilerseniz, biraz da dünyamıza bakalım:
Dünyamızda 1.000.000 farklı tür vardır. Her bir türü bir tabura benzetirsek, dünya ordugâhında 1.000.000 tabur ve her bir taburun da hadsiz efradı vardır. Sadece sinek taburunda bir yaz mevsiminde yaratılan fertler, kıyamete kadar yaratılacak bütün insanlardan daha fazladır.
Evet, dünya öyle bir ordugâhtır ki her taburun milleti farklı, silahları farklı, elbiseleri farklı, talimatları farklı, suretleri farklı ve erzakları farklıdır.
Kâinatta ve dünyada hüküm süren saltanatı anlatmak için ne zaman yeter ne de söz. Bu kadarla iktifa edip ikinci basamağa geçelim:
İKİNCİ BASAMAK: BU SALTANATIN SULTANI KİMDİR?
Biliyoruz ki bir köy muhtarsız, bir şehir valisiz ve bir memleket sultansız olmaz ve olamaz.
— Acaba hiç mümkün müdür ki şu kâinatta gözüken muhteşem saltanat sultansız ve meliksiz olsun?
Nasıl ki muhteşem bir saray görsek, o sarayın sultansız ve sahipsiz olması mümkün değildir. Biz sultanı görmesek de o saray, varlığı ve ihtişamı ile sultanın varlığına ve ihtişamına delalet eder. Aynen bunun gibi, bu kâinat sarayı dahi maliki, sahibi ve sultanı olan Allahu Teâlâ’nın vücuduna delalet eder.
— Acaba basit bir saray bile maliksiz, sultansız olamazsa; kâinat sarayının sultansız, şu âlem memleketinin padişahsız ve şu mülkün maliksiz ve sahipsiz olması mümkün müdür?
Hem intizamla hareket eden muhteşem bir ordu görsek, bu ordunun meliksiz, sahipsiz ve başıboş olabileceğine ihtimal vermeyiz. Çünkü askerlerin terbiyesi, düzenli hareketleri, silahlarının verilmesi, elbiselerinin değiştirilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller ispat eder ki bu ordu bir kumandana bağlıdır ve onun emriyle hareket etmektedir.
— Acaba böyle küçücük bir ordunun idaresi, terbiyesi, beslenmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller kumandansız ve meliksiz olmaz ve tesadüfe havale edilemezse, şu yeryüzünde yüz binler muhtelif taburlardan oluşan hayvanat ve nebatat ordusunun kumandansız ve meliksiz olması mümkün müdür?
Hem dediğimiz gibi, bu öyle bir ordudur ki milletleri farklı, silahları farklı, elbiseleri farklı, talimatları farklı, suretleri farklı ve erzakları farklıdır.
— Böyle bir ordunun meliksiz ve kumandansız olması hiç mümkün müdür?
Bu ordunun öyle bir meliki vardır ki hiçbirini unutmaz ve hiçbir işi birbirine karıştırmaz. Bu ordu misalimizdeki ordudan ne kadar büyükse, büyüklüğü ve mükemmelliği nispetinde, kumandanları olan Allah’ı Melik ve Sultan isimleriyle bizlere tanıttırır.
Bu ordunun sultanı olan Cenab-ı Hakk’ı inkâr etmek ancak göz önündeki saltanatı inkâr etmekle mümkündür. Göz önündeki saltanatı inkâr edemeyen, Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allahu Teâlâ’yı da inkâr edemez. Demek Cenab-ı Hakk’ın varlığı, göz önündeki şu kâinatın varlığı kadar açıktır ve bedihidir.
ÜÇÜNCÜ BASAMAK: RAB VE SULTAN İSİMLERİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ
Birinci basamakta, kâinattaki saltanatı bir nebze de olsa gördük ve kâinatta küçük bir gezinti yaptık.
İkinci basamakta, “Fiiller failsiz, isimler müsemmasız olamaz.” kaidesini kullanarak, göz önündeki saltanattan bu saltanatın sahibi olan Allah’ın varlığına ve Onun Rab ve Sultan ismine ulaştık.
Bu üçüncü basamakta ise Allah’ın Rab ve Sultan isimlerinin ahireti iktiza etmesi üzerine konuşacağız:
Malumdur ki en küçük sultanlar dahi saltanatlarının izzetini korumak ve haşmetini muhafaza etmek için, kendilerine güzel hizmet edenlere mükâfat ve isyan edenlere ceza verir. Mükâfat ve ceza, saltanatın ve terbiyenin olmazsa olmazıdır.
Hatta bir asi, sultana isyan edip, “Sultan beni yakalayamaz, bana ceza veremez, gücü bana yetmez…” dese, o sultan saltanatının haşmetini korumak için o asiyi yakalamalı ve onu hapse atmalıdır. Faraza memleketinde bir hapishane olmasa bile saltanatının haşmetini muhafaza etmek için o asiye bir hapis yapmalı ve onu yakalayarak o hapse atmalıdır. Ta ki saltanatının izzeti muhafaza edilsin ve izzet zillete inkılap etmesin!
Madem her sultan saltanatının izzetini korumak için, kendisine hizmet edenlere mükâfat ve isyan edenlere ceza vermek zorundadır. O hâlde şimdi soruyoruz:
— Acaba Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allahu Teâlâ, kendisine hizmet edenlere bu dünyada hakkıyla mükâfat veriyor mu?
— Ve kendisine isyan edenleri bu dünyada hakkıyla cezalandırıyor mu?
Hayır, vermiyor ve cezalandırmıyor! Ne Ona hizmet edenler bu dünyada hakkıyla mükâfat görüyor ve ne de Ona isyan edenler hak ettikleri cezaya uğruyor.
O hâlde şimdi yine soruyoruz:
— Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allahu Teâlâ’nın, saltanatının izzetini ve haşmetini koruması için ne yapması gerekir?
Elcevab: Bir mükâfat ve ceza yeri açması; bu dünyada kendisine hüsn-ü hizmet edenlere orada mükâfat vermesi, isyan edenleri de orada cezalandırması gerekir. Bu olmazsa, Cenab-ı Hak -hâşâ- saltanatının izzetini muhafaza etmemiş olur.
Zira bir kâfir küfrünün lisan-ı hâliyle der ki: Ey Sultan olduğunu bildiren Allah! Sen beni yakalayamazsın, beni cezalandıramazsın, beni hapsine atamazsın; sen cehennemi yaratamazsın, senin gücün ahireti yaratmaya yetmez…
Evet, bütün bu sözler ve daha yazmaya cesaret edemediklerimiz, kâfirin lisan-ı hâliyle söylediği ve küfrün neticesi olan sözlerdir. Eğer -faraza- Allahu Teâlâ’nın cehennemi yaratmak için hiçbir sebebi olmasaydı, sadece kâfirin bu sözlerinden dolayı cehennemi yaratır ve onu oraya atarak saltanatının izzetini muhafaza ederdi.
Şimdi, bu delili maddeler hâlinde özetleyerek meseleyi biraz daha kavrayalım:
1. Zerrelerden yıldızlara ve atomlardan galaksilere kadar, şu kâinatta muhteşem bir rububiyet ve saltanat gözükmekte ve bu saltanat her yerde hükmetmektedir.
2. Bir köyün muhtarsız, bir şehrin valisiz, bir memleketin sultansız ve bir sarayın meliksiz olması mümkün olmadığı gibi, bu kâinatta hükmeden saltanat-ı rububiyetin de sultansız olması mümkün değildir. Bu sultanı kabul etmemek ancak göz önündeki şu saltanatı inkâr etmekle mümkündür. Göz önündeki saltanatı inkâr etmek ise aklı olan hiç kimse için mümkün değildir.
3. Sultanlar kendilerine hizmet edenlere mükâfat verir. Bu, saltanatın izzetini muhafaza etmek içindir. Hâlbuki bu âlemin sultanına hizmet edenler bu dünyada hakkıyla mükâfat görmemektedir. O hâlde bu mükâfatın verileceği başka bir memleket olmalıdır. Ta ki saltanatın izzeti muhafaza edilebilsin.
4. Sultanlar kendilerine isyan edenlere de ceza verirler. Bu, saltanatlarının haşmet ve izzetlerini korumak içindir. Hâlbuki bu âlemin sultanı olan Allahu Teâlâ’ya isyan edenler bu dünyada hakkıyla ceza görmemektedir. O hâlde bu cezanın verileceği başka bir memleket olmalıdır. Ta ki saltanatın izzeti ve haşmeti muhafaza edilebilsin.
5. Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Cenab-ı Hakk’ın “Rab” ve “Sultan” isimlerini inkâr etmek gerekir. Cenab-ı Hakk’ın “Rab” ve “Sultan” isimlerini inkâr edebilmek için de şu kâinatta gözüken haşmetli saltanat-ı rububiyeti inkâr etmek gerekir. Demek, kâinatta gözüken haşmetli saltanatı inkâr edemeyen, bu saltanatın sultanı olan Zatı inkâr edemez. Ve bu Sultanı inkâr edemeyen de ahireti inkâr edemez. Zira saltanatın izzeti ancak ahiretin gelmesiyle muhafaza edilebilir.
Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:
Ve keza, şu muvakkat menzillerin saltanat-ı daimeye makar olacak bir şekle gireceğine pek çok deliller, burhanlar vardır. Maahaza, bu âlemi icad edip öteki âlemi icad etmemek ve bu kâinatı vücuda getirip öteki kâinatı getirmemek, bu dünyayı yaratıp öteki dünyayı yaratmamak imkânı yoktur. Çünkü rububiyetin saltanatı mükâfat ve mücâzatı ister. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)
Yazar: Sinan Yılmaz