a
Ana SayfaLâsiyyemalar51. Ve keza, Sâni-i âlemin her şeyi içine almış ve her şeyi istila ve istiab etmiş bir rahmet-i vâsiası vardır…

51. Ve keza, Sâni-i âlemin her şeyi içine almış ve her şeyi istila ve istiab etmiş bir rahmet-i vâsiası vardır…

Lâsiyyemalar mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Ve keza, Sâni-i âlemin her şeyi içine almış ve her şeyi istila ve istiab etmiş bir rahmet-i vâsiası vardır. Validelerin hatta bir cihette nebatatın evladına olan şefkatleri ve küçük, zayıf yavrularının suhulet-i rızıkları, o rahmet deryasından bir katredir. O bahr-i rahmetin azametiyle, şu fâni dünyada, bu kısa ömürde, şu kadar zahmet ve belalarla karışık, zâil ve gayr-ı sabit olan şu nimetler ve ebedî bekayı isteyen insanlar arasında münasebet yoktur. Ve aynı zamanda, iade edilmemek üzere zeval, nimeti nikmete, şefkati zahmete, muhabbeti musibete ve lezzeti eleme ve rahmeti zıddına kalb eder. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)

(Sâni-i âlem: Âlemin sanatkârı (olan Allah) / İstiab: İçine alma, kaplama / Rahmet-i vâsia: Geniş rahmet / Suhulet-i rızık: Rızkın kolay elde edilmesi / Katre: Damla / Bahr-i rahmet: Rahmet denizi / Nikmet: Azap)

Üstad Hazretleri bu makamda Rahim (merhamet eden) isminin ahireti iktizasını beyan etti. Demek bu dersimizde, Rahim ism-i şerifiyle ahiretin kapısını çalacağız. Yine meseleyi mütalaa ederken aynı usulü takip edip ahiretin varlığını üç basamakta ispat edeceğiz:

1. Kâinattaki tecelli.

2. Bu tecellide gözüken ism-i İlahî.

3. Bu ismin ahireti iktiza etmesi.

Şimdi, Rahim isminin ahireti iktizasını mütalaa edelim:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN RAHMET

Üstadımız mezkûr beyanında, rahmet tecellisi olarak iki şeyi nazara verdi:

1. Validelerin -hatta bir cihette nebatatın dahi- evlatlarına karşı olan şefkatleri.

2. Küçük ve zayıf yavruların suhulet-i rızıkları.

Nebatatın evlatlarına karşı şefkatleri şudur: Mesela bir incir ağacı kirli topraktan beslenir ama evladı hükmündeki meyvesine tertemiz süt verir. Hani bazen inciri kopardığımızda dibinden süt çıkar ya, işte sanki bu, incir ağacının evladına olan şefkatidir. Kendisi topraktan beslenir ama evladını sütle besler. Diğer nebatat için de bu geçerlidir.

Üstadımız rahmetin tecellisini bu iki maddeyle beyan etti. Bizler tefekkür için kadrajı biraz genişletelim ve kâinatta hayalen bir gezinti yaparak rahmet denizinden birkaç damlayı beraber görelim:

Büyük bir ateş görseniz, bir hortumdan çıkan su ile söndürülüyor… Lakin hortumu tutan eli görmüyorsunuz.

— Acaba ateşi söndürme fiilini hortumun kendisine verebilir misiniz?

Elbette veremezsiniz! Çünkü ateşi söndürmek için failinde hayat, ilim, kudret gibi sıfatların bulunması gerekir. Hayatı olmayan, ateşi bilmeyen, hortumu tutamayan ateşi söndüremez. Hepsinden önemlisi, söndürmek merhametin neticesidir; rahmeti olmayan, bu fiile fail olamaz. Bütün insanlar bir araya gelse, o ateşi bu hortumun söndürdüğüne bizi inandıramaz.

— Acaba yeryüzünün ateşini söndürmek ve yaşama ateşinin hararetini dindirmek için hortum hükmündeki bulutlardan suyu damla damla kim indiriyor?

Elbette cansız, şuursuz bulutlar bu merhameti ve şefkati hissettiren fiile fail olamaz.

Şimdi, rahmetin başka tecellilerine bakalım:

Zehirli bir böceğin karnında şifalı ve en tatlı bir balı bizim için pişirmek ve o böceğin eliyle bize ikram etmek rahmetin bir tecellisidir. Elbette bu ikram zehirli böceğin işi olamaz. Zira balı yapmak için hadsiz bir merhametin sahibi olmak gerekir ki bu merhametin binde biri arıda bulunmaz.

Yine bahar mevsiminde bütün ağaçlara -cennet hurileri tarzında- en güzel elbiseleri giydirmek, çiçek ve meyvelerle süslemek, onların elleri hükmünde olan kuru dallarıyla lezzetleri farklı, renkleri farklı, kokuları farklı, şekilleri farklı meyvelerle bizi beslemek elbette rahmetin bir tecellisidir. Yoksa o kuru ağaçlar bizi tanımaz ve bize merhamet göstermez.

Yine elsiz bir böceğin eliyle ipek gibi yumuşak bir elbiseyi bize giydirmek rahmetin bir neticesidir. Yoksa o elsiz böcek yemyeşil dut yaprağını yiyip bembeyaz bir ipeği bizim için çıkaramaz. Zaten niçin çıkarsın?

Ya inek, deve, koyun ve keçi gibi hayvanlara ne demeli… Onlara yemyeşil otu yedirip kan ve fışkıları arasından bembeyaz, besleyici bir sütü çıkarmak ve o hayvanı bir süt fabrikası yapmak elbette rahmetin işidir.

Yine o koca Güneş’i dünyamıza soba ve lamba yapmak, Ay’ı kandil ve takvim yapıp yıldızlarla semanın yüzünü süslemek elbette rahmetin bir tecellisidir.

Şimdi de rahmetin insandaki cüzi bir tecellisine bakalım:

— Acaba gözümüz olmasaydı ne yapardık? Kapkaranlık bir âlem…

— Ya kulaklarımız olmasaydı? Sessiz bir âlem…

— Ya dilimiz olmasa ve ona tat alma duyusu verilmeseydi? Konuşmanın ve lezzetin olmadığı bir âlem…

— Ya burnumuz olmasaydı? Kokunun olmadığı bir âlem…

Elbette böyle bir âlemde yaşamak ne kadar zor olurdu. Acaba el, ayak, göz gibi maddi; akıl, korku, şefkat ve muhabbet gibi manevi hediyeler olmasaydı ne yapardık? Demek her bir azanın ve duygunun verilişi rahmetin bir tecellisidir.

Hayvanlara -bu âlemden istifade edebilmeleri için- lazım olan cihazların verilmesi de rahmetin bir tecellisidir. Kuşa kanat takıp uçmayı, balığa yüzgeç verip yüzmeyi öğretmek rahmetin bir tecellisidir.

Yine her canlıya hayatının devamı için gerekli olan aza ve duyguları vermek rahmetin bir tecellisidir. İşte rahmet her şeyi böyle kuşatmıştır.

Yine şu dünyanın gidişatına dikkatle bakılsa görülür ki: En âciz ve en zayıftan tut, ta en kuvvetliye kadar her canlıya muhtaç olduğu rızık veriliyor. Hatta en zayıf ve en âcize en iyi rızık veriliyor. Hiçbiri unutulmuyor ve karıştırılmıyor. Her dertliye ummadığı yerden bir derman yetiştiriliyor. Öyle ulvi bir keremle ziyafetler ve ikramlar oluyor ki nihayetsiz bir rahmet eli içinde işlediği bedaheten gözüküyor.

Şu kâinatta gözüken rahmet ile ilgili ciltler dolusu kitap yazılabilir. Bizler “Arife tarif yeter.” sırrınca meseleyi daha fazla uzatmıyor; rahmetin diğer tecellilerini sizlerin tefekkür âlemine havale ediyoruz.

İKİNCİ BASAMAK: BU RAHMETİN SAHİBİ OLAN RAHİM KİMDİR?

Şimdi soruyoruz:

— Merhametiyle şu âlemi yoktan kim icat etmiş?

— Her varlığa kendine mahsus elbiseyi kim giydirmiş?

— Her birini farklı şekillerde kim terbiye etmiş?

— Vazifelerini kim öğretmiş?

— Hayatını devam ettirebilmesi için lazım olan cihazlarla kim teçhiz etmiş?

— Maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarını şefkatle kim karşılamış?

— Buluttan suyu kim indirmiş, zehirli böcekten balı kim çıkarmış?

— Böceği ipek fabrikası, inek ve koyun gibi hayvanları birer süt çeşmesi kim yapmış?

— Kimdir yeryüzünü bir sofra yapıp, baharı bu sofraya bir gül destesi yapan?

— Kimdir bahçeleri kazan gibi kaynatan ve içlerinde her türlü nebatatı pişiren?

— Kimdir ağaçların kuru dallarını rahmetin eli yapan ve her türlü meyveyi o ellerle takdim eden?

— Kim, kim, kim?

Allah’tan başka bu “kim”lere verilebilecek bir cevap var mıdır? Allah’tan başka kimin haddi var ki mahlukata böyle rahîmâne muamele etsin ve onların her türlü ihtiyacını görüp ikram etsin?

Nasıl ki güneşin ışığı güneşin vücudunu ispat eder ve güneşi gösterir; aynen bunun gibi, şu emsalsiz rahmet dahi perde arkasındaki bir Zatı “Rahim” ismiyle bizlere tanıtır ve O’nun vücudunu ispat eder.

ÜÇÜNCÜ BASAMAK: RAHİM İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Sorumuz şu: Nihayetsiz bir merhamet ve hadsiz bir şefkat neyi ister ve neyi iktiza eder?

Elcevab: Nihayetsiz bir merhamet ve şefkat, kendine layık bir tarzda ihsan etmek ve merhamet etmek ister.

Hâlbuki şu fâni dünyaya ve kısa ömre, bu rahmet ve şefkatin, denizden bir damla gibi, milyonlar cüzünden ancak bir cüzü yerleşir ve tecelli eder.

Demek bu dünya o hadsiz merhamete mahal olabilecek bir yer değildir. İşte bu da ispat eder ki: O merhamete layık ve o şefkate şayeste bir saadet diyarı olmalıdır ve vardır.

Bunu inkâr edebilmek için, gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, göz ile görünen şu rahmetin vücudunu inkâr etmek lazım gelir. Çünkü ahiret gelmezse şu göz önündeki rahmet ve şefkatin hiçbir manası kalmaz. Manası kalmadığı gibi zıddına inkılap eder.

Mesela akıl rahmetin bir hediyesidir. Eğer ahiret gelmeyecek olursa akıl hediye değil, insanın başına bir bela olur. Geçmişin hüzünlerini ve geleceğin korkularını şimdiki zamanda toplar ve sahibini âdeta bir yılan gibi sokar.

Yine insanın kalbindeki merhamet ve şefkat duygusu bir hediyedir. Eğer ahiret gelmez ve ölüm son olursa, bu duygu da hediye olmaktan çıkar ve insanın başına bir bela olur. Her vakit sevdiklerini kaybeden ve onları hiçliğe gömen bir insanı şefkat duygusu nasıl yakar, herhâlde tarife ihtiyaç yoktur.

Bunlar gibi, bütün nimetler -eğer ahiret gelmezse- azaba ve eleme döner.

Demek, bu dünyada gözüken rahmet ve şefkatin, zıddına inkılap etmemesi için ahiretin gelmesi gerekmektedir. Elbette bu rahmetin sahibi olan Zat-ı Zülcemal, rahmetini ve şefkatini zıtlarına inkılap ettirmeyecek ve bir çiçeği yaratmak kadar kendisine kolay olan cenneti yaratacaktır.

Ayrıca şimdi şunu hayal edelim:

Bir biçare yüksekçe bir dağdan yuvarlanmış ve tam uçuruma düşecek iken dağın ortasındaki bir ağaca tutunmuş…

Şimdi, biz ona bir ip uzatıp onu yukarıya doğru çeksek ve tam kurtulacak iken ipi birden bırakarak onu uçuruma düşmeye mahkûm etsek,

— Acaba bu kişiye o ana kadar yaptığımız şefkatli muamelenin bir önemi kalır mı?

— O şefkat istihza ve alaya dönmez mi?

— Hem onu kurtarmaya bizi teşvik eden şefkat hissi, ipi bırakmamıza hiç müsaade eder mi?

İşte bu misal gibi, bizler de Allahu Teâlâ’nın kudret ipine tutunarak yokluktan varlığa çıktık ve yokluk âlemlerine düşmekten kurtulduk. Evet, Allahu Teâlâ bize bir vücud verdi ve bu âleme çıkardı. Bu âlemde de türlü türlü ihsanına mazhar etti. Eğer ahiret gelmez ve biz ölüm ile yokluğa gidersek, bu, misaldeki ipin tekrar bırakılması hükmünde olur. Bu durumda da Allah’ın nimeti nikmete, şefkati zahmete, muhabbeti musibete, lezzeti eleme ve rahmeti zıddına kalb olur.

— İdama mahkûm ettiğimiz bir insanın hücresine her türlü yiyeceklerle dolu bir sofra göndersek, bu ona bir iyilik ve ikram olur mu?

Elbette olmaz!

— Eğer ahiret gelmezse o mahkûmdan ne farkımız olur?

— Hem Allahu Teâlâ şefkat ve merhametini inkâr ettirecek bu olaya hiç müsaade eder mi?

Hâşâ ve kellâ!

Yine şu misalin dürbünüyle merhametin ahireti iktizasına bakabiliriz:

Denizde boğulmakta olan birisini görsek… Herhâlde biraz merhametimiz varsa ve yüzmeyi de biliyorsak hemen denize atlar ve onu kurtarırız.

Şimdi sorumuz şu:

— Acaba bu kişiyi binler zahmet ile kurtardıktan sonra onu darağacında asar mıyız?

Elbette hayır! Zira merhametimiz buna müsaade etmez. Eğer etseydi zaten onu denizden kurtarmaz ve oracıkta ölüme terk ederdik. Onu denizden kurtarmamız bizdeki merhameti, bizdeki merhamet de onu asla öldürmeyeceğimizi ispat eder.

Aynen bunu gibi, Cenab-ı Hak da bizleri yokluk denizinden kurtararak bu âleme getirdi; bu âlemde de rahmetiyle muamele etti.

— Acaba hiç mümkün müdür ki bu rahmetin sahibi olan Allahu Teâlâ insanı diriltmemek üzere öldürsün ve ona rahmetini inkâr ettirsin?

Hâşâ ve kella! Zira -hâşâ- eğer diriltmemek üzere bizleri öldürecek kadar merhametsiz olsaydı bizi yokluktan varlığa çıkarmaz ve nâzeninâne bir bebek gibi muamele etmezdi.

Şimdi bu delili maddeler halinde toplayalım:

1. Şu âlemde nihayetsiz bir rahmet ve şefkat gözükmektedir. Bu rahmet ve şefkat, sinekten seyyarata kadar her şeyi kuşatmış ve her yeri ihata etmiştir.

2. Fiiller failsiz olamayacağına göre, bu rahmet ve şefkatin de bir sahibi olmalıdır. Elbette kör kuvvet, şuursuz tabiat, mevhum kanunlar ve hayatsız esbab bu merhamete ve şefkate fail olamaz. Bu fiillerin faili ancak ve ancak Rahim ve Rauf olan Cenab-ı Hak olabilir.

3. Madem Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz merhameti ve şefkati vardır, o hâlde ahiret de olmalıdır. Zira nihayetsiz rahmet, kendine layık bir tarzda ihsan etmek ve merhamet etmek ister. Hâlbuki şu fâni dünyaya bu merhamet sığmamakta ve bu rahmet bu âlemde hakkıyla tecelli edememektedir. Demek bu sonsuz rahmetin hakkıyla gözükebileceği baki diyarlar ve baki meskenler lazımdır. Bu baki diyarlar da ancak ahirette ve cennettedir.

4. Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Rahim olan Allahu Teâlâ’yı inkâr etmek gerekir. Allah’ı ve Allah’ın Rahim ismini inkâr edemeyen, ahireti de inkâr edemez. Zira ispat ettiğimiz gibi, rahmet ve şefkat ahiretin varlığını lüzumlu kılmaktadır.

5. Allah’ı inkâr edemeyen ahireti inkâr edemeyeceği gibi, göz önündeki şu rahmeti inkâr edemeyen de Allah’ı inkâr edemez. Zira isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz. Göz önündeki bu rahmet, Rahim olan bir Zatın varlığını ispat etmektedir. Şuursuz tabiat, kör kuvvet ve serseri tesadüf bu sıfata sahip olamayacağına göre, bu sıfatın sahibi Allahu Teâlâ’dır ve başkası olamaz.

6. Madem ahireti inkâr etmek Allah’ı inkâr etmekle; Allah’ı inkâr etmek de göz önündeki şu rahmeti inkâr etmekle mümkün. O hâlde diyebiliriz ki: Ahireti inkâr edebilmek için, göz önündeki şu rahmeti inkâr etmek gerekir. Bunu ise aklı başında olan ve vicdanı bulunan hiç kimse yapamaz.

7. Eğer ahiret gelmezse, göz önündeki şu rahmet ve şefkat zıtlarına -yani merhametsizliğe ve acımasızlığa- inkılap eder; rahmet ve şefkat istihza ve alaya döner. Yine nimet nikmete, muhabbet musibete ve lezzet eleme döner. Böyle nihayetsiz bir rahmetin ve şefkatin sahibi olan Allahu Teâlâ elbette rahmetini merhametsizliğe ve şefkatini acımasızlığa inkılap ettirmeyecek; rahmetin ve şefkatin tecellilerini alaya ve istihzaya çevirmeyecektir. Bunun da tek yolu ahireti getirmektir.

Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:

Ve keza, Sâni-i âlemin her şeyi içine almış ve her şeyi istila ve istiab etmiş bir rahmet-i vâsiası vardır. Validelerin hatta bir cihette nebatatın evladına olan şefkatleri ve küçük, zayıf yavrularının suhulet-i rızıkları, o rahmet deryasından bir katredir. O bahr-i rahmetin azametiyle, şu fâni dünyada, bu kısa ömürde, şu kadar zahmet ve belalarla karışık, zâil ve gayr-ı sabit olan şu nimetler ve ebedî bekayı isteyen insanlar arasında münasebet yoktur. Ve aynı zamanda, iade edilmemek üzere zeval, nimeti nikmete, şefkati zahmete, muhabbeti musibete ve lezzeti eleme ve rahmeti zıddına kalb eder. (Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemalar)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin