57. On üçüncü Lem’a: Arkadaş! Zerrelerden tut, seyyarelere kadar ve nakışlardan şemslere varıncaya kadar her şey…
Lem’alar mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
On üçüncü Lem’a: Arkadaş! Zerrelerden tut, seyyarelere kadar ve nakışlardan şemslere varıncaya kadar her şey, zatında, hakikatinde sabit olan acz ve fakrın lisan-ı haliyle Sâni’in vücub-u vücudunu ilan eder. (Mesnevi-i Nuriye, Lem’alar)
(Seyyare: Yıldız / Şems: Güneş / Acz: Âcizlik / Fakr: Fakirlik / Sâni: Sanatkâr / Vücub-u vücud: Varlığının vacip ve zaruri olması)
Her bir şey, zatında sabit olan âcizlik ve fakirliğin lisan-ı hâliyle, sanatkârları olan Allahu Teâlâ’nın vücub-u vücuduna (varlığının vacib ve kat’i oluşuna) şehadet eder.
İlk önce âcizlik lisanıyla yapılan şehadeti, daha sonra da fakirlik lisanıyla yapılan şehadeti tefekkür edelim:
Mesela bir çocuk görseniz, tek eliyle bir treni çekiyor. Hemen dersiniz ki:
— Bu treni çeken bu çocuk olamaz, çünkü bu treni çekmek için gereken kuvvet bu çocukta yoktur. O hâlde benim göremediğim başka bir kuvvet olmalıdır. Bu çocuk sadece o kuvvetin bir perdesidir.
Size bu muhakemeyi yaptıran şey, sebep ile netice arasındaki dengesizliktir. Misaldeki çocuk sebeptir, treni çekmesi ise neticedir. Sebebin gayet zayıf ve âciz olması, neticenin meydana gelebilmesi için ise büyük bir kuvvete ihtiyaç duyulması o sebebi faillik makamından tardeder ve başka bir failin varlığını ispat eder.
Yani misalimizdeki çocuk aczinin lisan-ı hâliyle der ki:
— Bu treni çekmek için hadsiz bir kuvvete ihtiyaç vardır ki bu kuvvetin binde biri bende bulunmaz. İşte bu hâl ispat eder ki treni çeken ben değilim. Ben sadece bir perdeyim.
Aynen bu misalde olduğu gibi, her bir varlık da nihayetsiz acziyle birlikte harikulade işler yapar. Mesela:
– Küçücük tohumlar dağ gibi ağaçları taşır.
– Ağaçlar elleri hükmündeki dallarla; renkleri, tatları ve şekilleri farklı meyveleri bizlere sunar.
– Simsiyah toprak âdeta bir kazan olur kaynar, içinde her türlü sebzeyi pişirir.
– Zehirli bir böcek balı yapar.
– Elsiz bir böcek ipeği dokur.
Evet, saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok mucizevî işler her an gözümüz önünde yapılıyor. Neticeleri meydana getiren sebepler gayet âciz ve basit iken, onlardan meydana gelen neticeler gayet sanatlı, hikmetli ve kıymetli oluyor.
İşte bu hâl ispat eder ki neticeleri yaratan, sebepler değildir. Bilakis bu işleri yapan Allahu Teâlâ’dır. Sebepler ise sadece Allah’ın kudretine bir perdedir.
Demek her bir varlığın, zatındaki acziyet ile beraber kendi kuvvetinin binler fevkinde işler yapması, aczin lisan-ı hâliyle bir şehadettir ki sânileri olan Allah’ın vücub-u vücudunu ilan ve ispat ederler.
Mahlukatın lisan-ı acz ile yaptıkları şehadeti daha sonra derinlemesine tefekkür edersiniz. Bu tefekkürde sebep ve neticeler arasındaki uyumsuzluğu düşünmelisiniz. Mesela şu hadiselere bakabilirsiniz:
– Bulut sebeptir, yağmur netice.
– Yumurta sebeptir, tavuk netice.
– Beyin sebeptir, onda bir kütüphanenin yazılması netice.
– Atomlar sebeptir, seslerin nakli netice.
– İnek sebeptir, süt netice.
– Zerrecikler gibi tohum ve çekirdekler sebep, koca ağaçları taşımaları ve dağ gibi yükleri kaldırmaları netice.
– İpek gibi yumuşak kök ve damarlar sebep, sert olan taş ve toprağı delip geçmeleri netice. Ve hakeza…
Tefekkürünüz esnasında sebeplerin ne kadar âciz, basit, cansız ve cahil olduğunu; neticelerin ise son derece sanatlı ve hikmetli olup, ilmin ve kudretin eserini gösterdiğini düşünün. Daha sonra da bu sebepler arkasında, işi yapan zatı yani Allahu Teâlâ’yı akıl gözü ile görün.
Mahlukatın lisan-ı acz ile yaptıkları şehadeti öğrendik. Şimdi de fakr lisanıyla yaptıkları şehadeti konuşalım:
Her bir varlık, zatında son derece fakirdir. İhtiyacının binde birini karşılamaya gücü yoktur. Mesela insanı ele alalım:
Göze ihtiyacımız var, kulağa ihtiyacımız var, dile ihtiyacımız var; kalbe, akla, hafızaya ihtiyacımız var ve saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok duygu ve cihazata ihtiyacımız var.
— Peki, bunların en küçüğünü yapmaya gücümüz yeter mi?
Yetmez. Ama bakıyoruz, bütün ihtiyaçlarımız mükemmelen karşılanıyor. İşte bu durumda, nihayetsiz bir fakirlik içinde iken, bütün ihtiyacımızın karşılanmasının lisan-ı hâliyle Allah’ın varlığına şehadet etmiş oluyoruz.
Yani fakrın lisan-ı hâliyle diyoruz ki:
— Bir Zat-ı Kerim var, bütün ihtiyaçlarımızı o karşılıyor; bizi nazenin bir bebek gibi besliyor.
Sadece bizim de değil, bütün mahlukatın ihtiyaçlarını kerîmane bir şekilde karşılıyor. Her bir mahluk binler ihtiyaç içinde yuvarlanırken, umulmadık bir yerden, vakt-i münasibte ihtiyaçları karşılanıyor. Hâlbuki bu varlıklar ihtiyaçlarının değil binde birini, milyonda birini bile kendi sermayeleriyle karşılayamaz. İşte bu hâl, fakrın lisan-ı hâliyle bir şehadettir ki her bir mevcud, ihtiyacının karşılanmasıyla, bir Zat-ı Rahim ve Kerim’in vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder.
Daha sonra bu delili de tefekkür edelim. Mahlukatın fakirlikleri ile birlikte, ihtiyaçlarının nasıl karşılandığını, aza ve cihazlarla nasıl donatıldığını, rızıklarının nasıl gönderildiğini düşünüp her birinin arkasından “Lâ ilâhe illallah” diyelim ve Allah’ın vücub-u vücudunu ve vahdetini biz de ilan edelim.
Bu dersimizde şu cümlenin tahlilini yaptık:
On üçüncü Lem’a: Arkadaş! Zerrelerden tut, seyyarelere kadar ve nakışlardan şemslere varıncaya kadar her şey, zatında, hakikatinde sabit olan acz ve fakrın lisan-ı haliyle Sâni’in vücub-u vücudunu ilân eder. (Mesnevi-i Nuriye, Lem’alar)
Yazar: Sinan Yılmaz