8. O zatın (a.s.m.) davalarından biri tevhiddir. Bu davayı tasrih ve ifade eden Lâ ilâhe illâllah kelime-i mübarekesidir…
“Hazreti Muhammed aleyhissalâtü vesselâm kimdir?” sorusuna verilen cevabın 10 maddesini mütalaa etmiştik. Kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Evet, bütün davalarının tasdiklerini iş’ar eden, bütün kâmillerin hâtem ve mühürleri vardır. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
(İş’ar etmek: Bildirmek / Hâtem: Mühür)
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) birçok davayla ortaya çıkmış. Mesela demiş ki: Allah birdir, öldükten sonra dirilme haktır, cennet haktır, cehennem haktır, hesap haktır, mizan haktır ve hakeza…
Bunlar gibi birçok davada bulunmuş. Bütün kâmiller de Peygamberimizin bu davalarını tasdik etmiş. Kâmillerden murad başta peygamberler, evliya ve asfiya denilen âlim ve allamelerdir. Efendimiz (a.s.m.) hangi davayı ilan etmişse bu zatlar o davanın altına mühürlerini basmış ve “Evet, doğrudur.” demişler.
Üstadımız buna şöyle bir örnek veriyor:
Ezcümle: O zatın (a.s.m.) davalarından biri tevhiddir. Bu davayı tasrih ve ifade eden Lâ ilâhe illâllah kelime-i mübarekesidir. O zatın halka-i din ve zikrine giren bütün geçmiş ve gelecek insanlar o kelime-i mukaddeseyi rükn-i iman ve vird-i zeban etmişlerdir. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
(Ezcümle: Mesela / Tasrih: Açıklamak / Rükn-i iman: İmanın şartı / Vird-i zeban: Sürekli tekrarlanan zikir)
Efendimiz (a.s.m.)’ın en büyük davası tevhiddir, Allah’ın birliğidir. Tevhidi ifade eden kelime de “Lâ ilâhe illâllah” kelime-i mübarekesidir. Zaten “Lâ ilâhe illâllah” sözünün Allah katında bu kadar kıymetli olmasının sebebi tevhidi ilan etmesindendir.
Peygamberimiz (a.s.m.)’ı zikir halkasının serzâkiri kabul ettiğimizde, geçmiş peygamberler ve önceki kâmil insanlar bu halkanın sağ tarafında; ümmet-i Muhammed’in bütün kâmilleri, evliyasından allamesine, müçtehidinden müfessirine, muhaddisinden mütekellimine kadar bütün kâmiller bu zikir halkasının sol tarafındadır. Bütün geçmiş ve gelecek kâmiller Peygamberimizin zikir halkasında bir zâkir olmuşlar. Her biri “Lâ ilâhe illâllah” sözünü kendine rükn-i iman (imanın bir şartı) ve vird-i zeban (her daim tekrar edilen bir zikir) yapmış.
Üstadımız bu hâl ile şunu ispat ediyor:
Demek, o davanın hak ve hakikat olduğuna kanaat ve itmi’nan ve iz’anları hasıl olmuş ki zaman ve mekâna şamil bir tarzda, o kelime-i mübareke, meşrepleri, meslekleri, an’aneleri mütehalif, mütebayin insanların ağızlarında Mevlevîler gibi semavi deveran ve cevelan ediyor. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
(İtmi’nan: Güvenme / İz’an: Kabul etme / An’ane: Gelenek / Mütehalif: Birbirine zıt / Mütebayin: Birbirinden farklı)
Bütün kâmiller Lâ ilâhe illâllah” diyerek Peygamberimizin zikrine dâhil olmuşlar. Demek, tevhid davasının hak ve hakikat olduğuna kanaatleri, itmi’nan ve iz’anları (güven ve kabulleri) hasıl olmuş ki hepsi birden aynı sözü söylemişler.
Üstadımız şu noktaya da dikkat çekti:
Aynı muhitte, aynı fıtratta, aynı meslekte ve aynı zamanda yaşamış olan kişiler aynı şeyi söyleyebilir ve birbirlerinin davasını tasdik edebilir. Lakin Efendimiz (a.s.m.)’ın tasdikçileri böyle değil. Aynı zamanda yaşamamışlar, aynı mekânda bulunmamışlar, aynı meslekten değiller ve aynı fıtrata sahip değiller. “Zaman ve mekâna şamil bir tarzda” yani bütün zamanları ve mekânları içine alan bir tarzda meşrepleri, meslekleri, gelenekleri birbirine zıt olan insanlar aynı kelime-i mübarekeyi kendilerine vird-i zeban yapmışlar. O kelime Mevleviler gibi, o kâmillerin ağzında semavi deveran ve cevelan etmiş.
Buradaki semavi kelimesi “vahiyle ve ilhamla bildirilen” manasındadır. Yani “Lâ ilâhe illâllah” kelime-i kudsiyesi bir beşerin kendi başına bulduğu bir kelam değildir. Bu kelam peygamberlere vahyedilmiş, ehl-i fetrette yaşayan kâmil insanlara ilham edilmiş, bir peygamberin dersine yetişenlere de peygamberinin lisanıyla öğretilmiş.
Semavi kelimesi bu manasıyla şöyle bir delile işaret eder:
Beşere ait olan bir sözün dillerde dolaşması zaman ve mekânla kayıtlıdır. En büyük insanların en özlü sözleri dahi kısa bir zamanda azıcık insan tarafından tekrar edilmiş, zamanın geçmesiyle o sözler unutulup gitmiş.
“Lâ ilâhe illâllah” kelime-i kudsiyesi ise bütün zaman ve mekânlara şamil bir tarzda, her asırda milyonlarca insan tarafından her vakit tekrar edilmiş. İşte bu hâl ispat eder ki bu kelime-i kudsiye semavidir yani vahiyle ve ilhamla öğretilmiştir. İnsanların dillerinde vird-i zeban olması dahi semavi bir deveran ve cevelandır.
Üstadımız neticeyi şöyle bağlıyor:
Binaenaleyh, gayr-ı mütenahi şahitlerin tasdikiyle hak ve hakkaniyeti tahakkuk eden bir davaya, hiçbir vehmin haddi değildir ki ona dest-i itirazı uzatabilsin! (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
(Gayr-ı mütenahi: Sonsuz / Dest-i itiraz: İtiraz eli)
Tevhidi inkâr edebilmek için tevhidi ilan ve tasdik eden bütün peygamberleri, evliyayı, asfiyayı ve bütün kâmil zatları inkâr etmek lazım. Tevhidin böyle sonsuz şahitleri vardır. Böyle sonsuz şahitleri olan bir davaya ve bu davanın dava vekiline (a.s.m.) hangi vehmin haddi var ki ona elini uzatabilsin, o davayı ve o dava vekilini çürütebilsin?
Kardeşlerim, altı derstir Birinci Reşhanın mütalaasını yapıyoruz. Önceki beş derste Efendimiz (a.s.m.)’ın on vasfını okumuştuk. Bir vasıf da bu derste okuduk, etti on bir. Şimdi, bu on bir vasfı tekrar edelim:
1. vasfı: Pek büyük bir şahsiyet-i maneviyeye malik olması.
2. vasfı: Burhan-ı nâtık olması.
3. vasfı: Azamet-i maneviyesinden dolayı yeryüzü onun mescidi, Mekke mihrabı ve Medine de minberi olması.
4. vasfı: Cemaat-ı müminîne en son ve en âli imam olması.
5. vasfı: Beşerin en meşhur hatibi olması.
6. vasfı: Saadet düsturlarını beyan etmesi.
7. vasfı: Enbiyanın reisi olup onları tezkiye ve tasdik etmesi.
8. vasfı: Evliyanın başı olup onları terbiye ve tenvir etmesi.
9. vasfı: Peygamberler ve sıddıklar cemaatinin Efendimizin gelmesinde müttefik olup onun kelam-ı nutkuyla nâtık olması.
10. vasfı: Nurani bir ağaç olması ki kök ve damarları enbiyanın esasat-ı semaviyesidir. Dal ve budakları evliyaya ilham yoluyla öğretilen ilimlerdir.
11. vasfı: Peygamberimizin davalarını başta peygamberler, evliya ve asfiya olarak bütün kâmillerin tasdik etmesi. Bu da ispat eder ki hem bu davalar hem de bu davaların dava vekili olan zat (a.s.m.) haktır ve hakikattir.
Bu dersle Birinci Reşhayı tamamladık. Birinci Reşhadan ödevimiz şu olsun: Bu 11 maddeyi derinlemesine tefekkür edelim. Her bir maddenin hakikatini akla, ruha, kalbe ve latifelere işletelim. Bu 11 madde birkaç gün aklımızda kalsın. Hakikatlerin meleke hâline gelmesi ancak bu şekilde gerçekleşir.
Şimdi, izahını yapmaya çalıştığımız bölümü bir daha okuyalım. Yaptığımız izahla metne bakmaya çalışın:
Ezcümle: O zatın (a.s.m.) davalarından biri tevhiddir. Bu davayı tasrih ve ifade eden Lâ ilâhe illâllah kelime-i mübarekesidir. O zatın halka-i din ve zikrine giren bütün geçmiş ve gelecek insanlar o kelime-i mukaddeseyi rükn-i iman ve vird-i zeban etmişlerdir. Demek, o davanın hak ve hakikat olduğuna kanaat ve itmi’nan ve iz’anları hâsıl olmuş ki zaman ve mekâna şâmil bir tarzda, o kelime-i mübâreke, meşrepleri, meslekleri, an’aneleri mütehalif, mütebayin insanların ağızlarında Mevlevîler gibi semavi deveran ve cevelan ediyor.
Binaenaleyh, gayr-ı mütenahî şahitlerin tasdikiyle hak ve hakkaniyeti tahakkuk eden bir davaya, hiçbir vehmin haddi değildir ki ona dest-i itirazı uzatabilsin! (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
Yazar: Sinan Yılmaz