52. İnsan dahi masnuatın en cami ve en garibi olduğundan, şecere-i hilkate bir semere-i şuuriyedir…
Kâinattaki hüsn-ü sanatın ve ziynetin Peygamberimiz (a.s.m.)’ın risaletine olan şehadetini mütalaa ediyorduk. Bu ders bir önceki ders üzerine bina edilecek. Şimdi, kaldığımız yerden devam edelim:
İnsan dahi masnuatın en cami ve en garibi olduğundan, şecere-i hilkate bir semere-i şuuriyedir. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
(Cami: Toplayıcı / Şecere-i hilkat: Yaratılış ağacı / Semere-i şuuriye: Şuur sahibi meyve)
Üstadımız bu cümlede insanı üç sıfatla vasfetti:
1. Masnuatın en camii olması.
2. En garibi olması.
3. Yaratılış ağacının şuur sahibi meyvesi olması.
Bu üç vasıf üzerine biraz konuşalım:
İnsanın masnuatın en camii olması şudur:
İnsan sahip olduğu cihaz ve duygular cihetiyle masnuatın en zenginidir. Akıldan kuvve-i tefekküre, fikirden kuvve-i tasavvura, hayalden kuvve-i müdrikeye kadar, insan binler duygu ve latifeyle teçhiz edilmiştir ki bu, diğer mahlukatta yoktur. Bu da insana verilen kıymetin bir işaretidir.
Hem insana hem de hayvanata verilen cihazlara gelince, burada da üstünlük yine insandadır.
Mesela her varlığın gözü vardır ancak hiçbiri kâinatı insan gibi seyredemez. Çoğu âlemi siyah-beyaz görüp renklerin farkına bile varamaz. Yine her varlığın dili vardır ancak hiçbiri insan gibi tatları hissedemez. Kimi sadece ot yer, kimi de sadece et. İnsanın dili ise âdeta bir müfettiş olup bütün taamların tadını fark eder. Yine her varlığın kulağı vardır ancak hiçbiri insan gibi bütün sesleri fark edemez. Bülbülün sesiyle karganın sesi onlara aynı gelir. İnsan ise kâinattaki her sesi fark edip âdeta İlahî musikiyi dinler.
Bunlar gibi, saymakla bitmeyecek kadar çok duygu, aza ve latife vardır ki insan bütün bunlara en zirve seviyede sahip olmuş, bununla da en cami varlık ünvanını almış. Âdeta insan kâinata bir misal-i musaggar (küçülmüş bir misal) olmuş. Kâinatı küçültsek insan olur, insanı büyütsek kâinat olur.
İnsanın ikinci vasfı olan, masnuatın en garibi olması da şudur:
“Garip” kelimesi burada “kimsesiz” ve “zavallı” manasında değil, “hayret verici” manasındadır. İnsan, üzerine tefekkür edenleri hayrete düşüren en garip mahluktur. Bilim adamları insanın daha maddi yapısını bile çözememiştir. Bir de bunun yanına binler duygu ve latifelerini koyun… İşte insan böyle acayip ve hayret verici bir varlıktır.
İnsanın üçüncü vasfı olan, kâinat ağacının şuur sahibi bir meyvesi olması da şudur:
Kâinatı bir ağaca benzetebiliriz. Anasır bu ağacın dalları, nebatat yaprakları, hayvanat ise çiçekleridir. Bu ağacın meyvesi ise insandır. İnsana akıl ve idrak verilmiş ve bununla da bu ağacın en kıymetli cüzü yapılmıştır. Hatta kâinat ağacı insan meyvesi için yaratılmıştır.
İnsanın üç vasfını öğrendik ve üzerlerine biraz konuştuk. Sizler bu üç maddeyi daha geniş tefekkür edersiniz. Biz dersi uzatmamak için uzunu kısa kesip sadece pencereyi açmakla yetindik.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
İnsan bir semere gibi olduğu cihetle kâinatın eczası arasında en cami ve baid bir cüzdür. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
(Semere: Meyve / Cami: Toplayıcı / Baid: Uzak)
İnsanın camiiyetini üstte mütalaa etmiştik. Burada “en baid cüz olması” meselesini mütalaa edelim. Mütalaaya şu soruyla başlayalım:
— İnsanın kâinatın eczası arasında en baid (uzak) cüz olması ne demektir?
— İnsan neye uzaktır ve bu uzaklık ona nasıl bir şeref kazandırmıştır?
Buradaki uzaklığı Allah ile kul arasında düşünmek mümkün değildir. Çünkü Allah her şeye yakındır. Bu uzaklığı insan ile diğer varlıklar arasında düşünmek de mümkün değildir. Çünkü insan onlarla iç içe yaşar, aralarında hiçbir uzaklık yoktur.
— Öyleyse bu uzaklık nedir?
Gönlüme gelen mana şu: Bu uzaklık mekân uzaklığı olmayıp fıtrat ve kemal uzaklığıdır.
Biz bu ifadeyi günlük hayatımızda da kullanıyoruz. Mesela anlaşamayan bir çift hakkında, “Birbirlerinden çok uzaklar.” diyoruz. Buradaki “uzaklar” ifadesiyle “fıtratlarının farklı olmasını” kastediyoruz.
Yine mesela bir evliyanın hayatını okuduğumuzda, “Bizden ne kadar uzakta.” diyoruz. Buradaki “uzakta” ifadesiyle, “kemal ve maneviyat cihetinden uzaklığı” kastediyoruz. Yani kemal cihetiyle o zirvede, biz ise çukurdayız.
Yine mesela ben Risale-i Nurları okurken bazen şöyle diyorum: “Üstad Hazretleri minarenin başında, ben kuyunun dibindeyim. O bir vadide, ben ise başka bir vadideyim. Aramızda ne kadar uzak bir mesafe var.”
Bu sözlerle maddi uzaklığı değil, manevi uzaklığı kastediyorum. Yani Üstadımızın öyle bir gönül dünyası, tefekkür âlemi, takvası, zühdü vs. var ki bu sıfatlar onda deniz gibi iken bende ancak bir damla hükmünde…
Bu misallerde olduğu gibi, “İnsanın kâinatın eczası arasında en baid bir cüz olması” fıtratı ve mahiyeti cihetiyledir. Hatta bu öyle bir uzaklıktır ki insanın bir ferdi hayvanatın bir nevine bedeldir.
Bu izahla birlikte, belki “en uzak” ifadesinin altında -şu an bana açılmayan- başka bir mana da yatıyor olabilir. En doğrusunu Allah bilir.
Dersimizi çok uzatmayalım. İnsanın vasıfları daha devam edecek. Bu derste dört vasfı öğrendik. Bir daha tekrar edelim:
1. Masnuatın en camii olması.
2. En garibi olması.
3. Şecere-i hilkatin şuur sahibi meyvesi olması.
4. Kâinatın eczası arasında en baid cüz olması.
Bu dört maddeyi farklı cihetlerden tefekkür edin. Önceki dersimizdeki dört maddeyi de unutmayın. Metin tamamlandığında hepsini neticeye bağlayacağız.
Bu dersimizde şu bölümün mütalaasını yaptık:
İnsan dahi masnuatın en cami ve en garibi olduğundan, şecere-i hilkate bir semere-i şuuriyedir. İnsan bir semere gibi olduğu cihetle kâinatın eczası arasında en cami ve baid bir cüzdür. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
Yazar: Sinan Yılmaz