a
Ana SayfaReşhalar16. Dördüncü Reşha: Arkadaş! Tûl-i zaman ve bu’d-i mekânın muhâkemat-ı akliyede tesiri çoktur. Maahaza…

16. Dördüncü Reşha: Arkadaş! Tûl-i zaman ve bu’d-i mekânın muhâkemat-ı akliyede tesiri çoktur. Maahaza…

Reşhalar mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Dördüncü Reşha: Arkadaş! Tûl-i zaman ve bu’d-i mekânın muhâkemat-ı akliyede tesiri çoktur. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)

(Tûl-i zaman: Uzun zaman geçmesi / Bu’d-i mekân: Mekân uzaklığı)

İnsan geçmişteki bir hadiseyi düşünürken, bu zamandan o zamana bakmamalı; hayalen o zamana gidip hadiseyi o zamanda seyretmeli. Eğer böyle yapmazsa hadisenin büyüklüğünü anlayamaz.

Mesela Galileo 17. yüzyılda Dünya’nın döndüğünü keşfetti. Bu keşfi sebebiyle de dünyayı sarstı. Onun keşfini akıllar kavrayamadı. Hatta kilise tarafından ölüm cezası ile yargılandı. Galileo’yu böyle meşhur yapan bu keşif şimdi bir ilkokul talebesinin kolayca bildiği bir mesele…

Eğer Galileo’yu konuşurken, bu zamandan o zamana bakarsak onun zekâsını ve kabiliyetini anlayamayız. Çünkü bu zamanda bu bilgi çok basit bir bilgidir. Eğer Galileo’nun kabiliyetini anlamak istiyorsak hayalen o zamana gitmeliyiz.

Aynen bunun gibi, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’ın sözlerinin kıymetini anlamak için de o zamana gitmeliyiz. Ancak böyle yaparsak o sözlerin kıymeti ve mucizeliği ortaya çıkar.

Bir sebepten daha o zamana gitmeliyiz ki bu sebebi Üstadımız şöyle beyan ediyor:

Maahaza,   لَيْسَ الْخَبَرُ كَالْعَيَانِ  düsturuna ittibâen… (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)

لَيْسَ الْخَبَرُ كَالْعَيَانِ  “İşitmek görmek gibi değildir.” demektir. Evet, görmekte bir kuvvet vardır ki işitmekle elde edilmez. Bu sebeple, Efendimiz (a.s.m.)’ı vazife başında görmeliyiz. O hâlde şunu yapmalıyız:

Şu zaman ve muhitin hayalâtından çıkarak tayy-ı zaman ve mekânla, hayalen Ceziretü’l-Araba gidelim ve Medine-i Münevvere’de nuranî ve yüksek minber-i saadetine çıkmış, nev-i beşere hitaben irşadatta bulunan o zât-ı muallâyı bizzat görüp sözlerini dinlemeliyiz. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)

(Tayy-ı zaman ve mekân: Zamanı ve mekânı aşmak / Ceziretü’l-Arab: Arap yarımadası / Zât-ı mualla: Yüksek şahıs )

İşte bunu yapmalıyız. Bu zamanın ve muhitin tesirinden kurtulmalıyız. Tayy-ı zaman ve mekânla yani zamanları ve mekânları aşarak Arap yarımadasına, Medine-i Münevvere’ye gitmeliyiz. Bu zamanın sahilinden dalıp o zamanın sahilinden çıkmalıyız. Medine sokaklarında hayalen gezip o zamanın örfüne ve âdetlerine şahit olmalıyız.

Sonra Mescid-i Nebevî’ye girip, Peygamberimiz (a.s.m.)’ı minber-i saadetine çıkmış, nev-i beşeri irşad ediyor şeklinde görmeliyiz. Mescidinde saf tutup onun sözlerini dinlemeliyiz. Bu zamandan o zamana kulak vermek değil, o zamanda bulunup bizzat dinlemeliyiz.

Üstadımız şöyle devam ediyor:

İşte hayalen oraya gittik. Bak, harika bir surette hüsn-ü suret ile hüsn-ü sîreti cemeden o mürşid-i umumî, o hatîb-i kudsî, cevâhir dolu bir kitab-ı mu’ciz-ül beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i âlâdan nâzil olan bir hutbe-i ezeliyeyi okuyor. Ve bütün beniâdemi ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)

(Hüsn-ü suret: Güzel yüz / Hüsn-ü sîret: Ahlâk güzelliği / Cevâhir: Cevherler / Mu’ciz-ül beyan: Beyan ve ifadesi mucize olan)

Üstad Hazretleri, Efendimiz (a.s.m.)’ı dört vasıfla vasfetti:

1. Hüsn-ü suret sahibi olması. Hüsn-ü suret “güzel yüz” demektir. Efendimiz (a.s.m.) çok güzel bir yüze sahipti. Hz. Aişe Validemiz bu konuda şöyle der:

— Yusuf’u gördüklerinde, “Bu bir melektir.” diyen kadınlar benim Efendimi görselerdi hançerlerini kalplerine saplardı. (Şerhu’z-Zerkani ala’l-Mevahibi’l-Ledünniye, IV, 390)

Hz. Aişe’nin bu şehadetiyle, Efendimiz (a.s.m.) güzeller güzeli Hz. Yusuf’tan daha güzeldi.

2. Hüsn-ü sîret sahibi olması. Hüsn-ü sîret “güzel ahlak” demektir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) güzel ahlakın her nevine zirve derecede sahipti. Efendimizin bu güzel ahlakını Üçüncü Reşhada mütalaa etmiştik. Bu cümlenin izahını o derslere havale ediyoruz.

3. Mürşid-i umumi olması. Peygamberimiz (a.s.m.) bir kavme veya bir millete değil, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara gönderilmiştir. Bu cihetten mürşid-i umumidir ve herkes onun ümmetidir. Ya ümmet-i icabettir ya da ümmet-i davettir. İman edenler ümmet-i icabettir, iman etmeyenler ise ümmet-i davettir.

4. Hatîb-i kudsi olması. Kudsi: Her türlü kusur ve noksandan uzak demektir. Peygamberimiz (a.s.m.) ismet sıfatıyla mevsuf olması cihetinden hatîb-i kudsidir.

İşte güzel suret ile güzel ahlakı cemeden, mürşid-i umumi ve hatîb-i kudsi olan bu zat (a.s.m.) cevherlerle dolu bir kitab-ı mu’ciz-ül beyanı eline almış. Kitab-ı mu’ciz-ül beyan, “beyan ve ifadesi mucize olan, insanların taklidinden âciz kaldığı kitap” demektir. Bununla Kur’an kastedilmiştir. O Kur’an ki içinde cevherler doludur. Cevherler ile kastedilen mana, içindeki hakikatlerdir. Değil her bir ayeti, her bir kelimesi dahi bir cevherdir, bir hakikate işaret eder.

Üstadımız Kur’an için şöyle dedi: “…mele-i âlâdan nâzil olan bir hutbe-i ezeliye…”

Kur’an mele-i âlâdan nazil olmuş. Peki, mele-i âlâ neresidir?

Mele-i âlâ ifadesi Kur’an’da iki yerde geçmektedir. Saffat suresinde şeytanlar hakkında şöyle denir:

لاَ يَسَّمَّعُونَ إِلَى الْمَلَإِ الْأَعْلَى

(O şeytanlar) mele-i âlâyı dinleyemezler. (Saffat 8)

Mele-i âlâ hakkında müfessirler farklı izahlar yapmışlar. Tabiinin büyük müfessiri Katâde b. Diâme:

— Mele-i âlâ dünya semasıdır, demiş.

Bu manayı esas alsak, Üstadımızın “mele-i âlâdan nâzil olan” sözünü şöyle izah edebiliriz:

Kur’an önce bir defada mele-i âlâya yani dünya semasına indi ve dünya semasında Beyt-i İzzet’e kondu. Daha sonra Hz. Cebrail onu Peygamberimize parça parça indirdi.

Fahrettin er-Râzî Hazretleri ise mele-i âlâyı “gökler” olarak izah etmiş ve şöyle demiştir:

— Gökler mele-i âlâdır, yeryüzü ise mele-i esfeldir.

Bu manayı esas alsak, Üstadımızın “mele-i âlâdan nâzil olan” sözünü şöyle izah edebiliriz:

Kur’an mele-i âlâda yani göklerde olan Hz. Cebrail’e vahyedilmiş, O da mele-i esfel olan yeryüzüne indirmiştir.

“Mele-i âlâdan nazil olan” ifadesiyle “Allah’tan nazil olan” manası da kastedilmiş olabilir. Bu durumda, mele-i âlânın Allah’a olan isnadı mecaz kabul edilir. Çünkü Allah mekândan münezzehtir.

Sonra üstadımız Kur’an hakkında, “Hutbe-i ezeliyedir.” dedi. Bu ifade itikadi bir tartışmaya noktayı koyuyor. Bu itikadi mesele şudur:

Ehli sünnet itikadına göre, Kur’an Allah’ın ezelî kelamıdır ve mahluk değildir. Mutezile ise Kur’an’ın mahluk olduğunu söylemiştir. Üstadımız Kur’an hakkında “hutbe-i ezeliye” diyerek Kur’an’ın mahluk olmadığını, Allah’ın ezelî kelamı olduğunu söylüyor ve Mutezile’ye reddiye yapıyor. Bu konu çok uzundur, kapısını açsak ders çok uzar. Bu sebeple, bu meselenin tahkiki tahlilini başta bir derse bırakalım.

Üstadımız Dördüncü Reşhada buraya kadar bir mukaddime yaptı. Dedi ki:

Şu zaman ve mekândan çıkalım, tayy-ı zaman ve mekânla, hayalen Ceziretü’l Arab’a gidelim ve Efendimiz (a.s.m.)’ı Medine-i Münevvere’de minber-i saadetinde dinleyelim. O zat (a.s.m.) ki hem kendisi güzeldir hem ahlakı güzeldir. Mürşid-i umumidir ve hatîb-i kudsidir. Elinde cevherlerle dolu bir kitab-ı mu’ciz-ül beyan vardır. Bu kitap ki mele-i âlâdan nazil olmuş bir hutbe-i ezeliyedir. Bütün beniâdem, cinler hatta mevcudat bu kitabı dinliyor.

Üstadımız bu girişten sonra Efendimiz (a.s.m.)’ın söylediği ve bir beşerin kendi başına keşfetmekten âciz olduğu bazı hakikatleri sayacak ve bu hakikatleri Peygamberimizin nübüvvetine delil yapacak. Hakikatlerin mütalaasını bir sonraki derse bırakalım.

Şimdi, tahlilini yaptığımız bölümü bir daha okuyalım ve dersimizi tamamlayalım:

Dördüncü Reşha: Arkadaş! Tûl-i zaman ve bu’d-i mekânın muhâkemat-ı akliyede tesiri çoktur. Maahaza,  لَيْسَ الْخَبَرُ كَالْعَيَانِ  düsturuna ittibâen şu zaman ve muhitin hayalâtından çıkarak tayy-ı zaman ve mekânla, hayalen Ceziretü’l-Araba gidelim ve Medine-i Münevverede nurânî ve yüksek minber-i saadetine çıkmış, nev-i beşere hitaben irşadatta bulunan o zât-ı muallâyı bizzat görüp sözlerini dinlemeliyiz.

İşte hayalen oraya gittik. Bak, harika bir surette hüsn-ü suret ile hüsn-ü sîreti cem eden o mürşid-i umumî, o hatîb-i kudsî, cevâhir dolu bir kitab-ı mu’ciz-ül beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i âlâdan nâzil olan bir hutbe-i ezeliyeyi okuyor. Ve bütün beniâdemi ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)

Yazar: Sinan Yılmaz

Paylaş:
Bu Makaleyi Değerlendirin