38. Dokuzuncu Reşha: Arkadaş! Aklı başında olan bir adam münazaralı davalarda yalan söyleyemez…
Reşhalar mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Dokuzuncu Reşha: Arkadaş! Aklı başında olan bir adam münazaralı davalarda yalan söyleyemez. Çünkü bilâhare yalanının açığa çıkıp mahcup olmasından korkar. Ve keza, bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, laubali bir tarzda söyleyemez. Ve keza, serbest, heyecanlı söylenmesine girişemez velev adi bir mesele, küçük bir cemaat içinde, küçük bir vazifede bulunan küçük bir şahıs olsun. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
(Münazaralı: Tartışmalı / Pervasız: Korkusuz)
Üstad Hazretleri üç kaide ortaya koydu:
1. Aklı başında olan bir adam tartışmalı meselelerde yalan söyleyemez. Çünkü yalanının ortaya çıkmasından ve mahcup olmaktan korkar.
2. Buna rağmen yalan söyleyecekse, korkusuz ve laubali bir tarzda söyleyemez.
3. Yine yalan söyleyecekse, serbest ve heyecanlı bir şekilde söyleyemez. Söylerken sıkılır ve kısık sesle konuşur.
Velev ki basit bir mesele olsun, küçük bir cemaat içinde söylensin ve küçük bir vazifede bulunan küçük bir şahıs olsun…
Bu üç kaideyi cebimize koyduk. Şimdi şunu düşünelim:
Hazreti Muhammed (a.s.m.) -hâşâ, yüz bin defa hâşâ- eğer peygamber değilse, yalancıdır. Peki, kaidemiz neydi?
1. Aklı başında olan bir adam tartışmalı meselelerde yalan söyleyemez.
2. Eğer yalan söyleyecekse, korkusuz ve laubali bir tarzda söyleyemez.
3. Serbest ve heyecanlı bir şekilde söyleyemez.
Bu durumda, Hazreti Muhammed (a.s.m.)’ın hâline bakmalıyız. Aklı başında mı? Korkusu var mı? Laubali bir tarzda mı konuşuyor? Serbest mi yoksa konuşurken sıkılıyor mu? Heyecanla mı yoksa kısık bir sesle mi konuşuyor?
İşte bu tahlili yaptığımızda şu neticeye ulaşırız:
En akıllı insan odur. Hiçbir korkusu yok, son derece ciddi, serbest ve heyecanlı… Bu hâller de ispat eder ki o hak peygamberdir ve hakkı konuşuyor.
Üstadımız şöyle devam ediyor:
Acaba büyük bir vazifeyle vazifedar, pek büyük bir meselede, pek büyük bir şeref ve haysiyet sahibi, pek büyük bir cemaat içinde, pek şedit hasımların karşısında iddia ettiği bir davada yalan ve hilâf-ı hakikat söyleyebilir mi? (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
(Şedit: Şiddetli / Hilâf-ı hakikat: Hakikatin zıttı)
Üstadımızın bu sorusuna cevabımız şu:
— Hayır, asla ve kat’a söyleyemez. Büyük bir vazifeyle vazifedar olan bir zat, pek büyük bir meselede, şeref ve haysiyeti varsa, pek büyük bir cemaat içinde, pek şiddetli düşmanlar karşısında, yalan bir davayla ortaya çıkamaz; yalan söyleyemez, hilaf-ı hakikat konuşamaz. Eğer konuşursa da değil kabul görmek, ancak rezil ve zelil olur.
Üstad Hazretleri aklı ve kalbi, kaidelerle hakikate yaklaştırdıktan sonra neticeyi şöyle bağlıyor:
İşte o zat-ı nuranî, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi öyle bir tarzla okuyor; ne tereddüdü var, ne hicabı, ne korkusu var, ne teessürü… Hem samimi bir safa-i kalble, halis bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokundurmak üzere, akıllarını tezyif, nefislerini tahkir edip izzetlerini kırıyor. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
(Teessür: Üzüntü / Tezyif: Aşağılamak)
“Hutbe-i ezeliye” ile kastedilen mana Kur’an-ı Hakîm’dir. Kur’an’ın ezelî kelam olmasının manasını daha önce izah etmiştik. Bu makamda bu kapıyı tekrar açmıyoruz.
Üstad Hazretleri burada Efendimiz (a.s.m.)’ı tavsif etti. Bu tavsifi maddelersek daha kolay ihata ederiz:
1. Kur’an’ı okuyor ve Allah’ın birliğinden ahiretin varlığına, kıyametin kopmasından meleklerin vücuduna kadar pek büyük meseleleri dava ediyor. Yani küçük bir davayla ortaya çıkmamış, davası kâinat kadar büyük.
2. Hiçbir tereddüdü yok. Dağlar kaysa o kaymaz.
3. Hiçbir utancı yok. Sıkılıp daralmıyor.
4. Hiçbir korkusu yok.
5. Hiçbir üzüntüsü yok.
6. Samimi bir safa-i kalple dava ediyor.
7. Halis bir ciddiyetle konuşuyor.
8. Düşmanlarının damarlarına dokunuyor.
9. Onların akıllarını tezyif ediyor yani aşağılıyor.
10. Nefislerini tahkir ediyor.
11. İzzetlerini kırıyor.
İşte Efendimiz (a.s.m.) bu on bir vasıfla mevsuf olarak konuşuyor. Üstadımız, Peygamberimizin bu hâllerini şu neticeye delil yapıyor:
Acaba böyle bir davada, böyle bir makamda, böyle bir şahıstan zerre miskal bir hilenin bu meseleye karışmasına imkân var mıdır? Hâşâ! اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى Evet, hak hileye muhtaç değil; hakkı söylemekte hile ve iğfal ihtimali yoktur. Hakikati gören bir nazar halkı iğfal etmez, hilâf-ı hakikat söylemez, hayal ile hakikati temyiz eder; aralarında iltibas olamaz. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
(İğfal: Aldatma / Hilâf-ı hakikat: Hakikatin zıttı / Temyiz etmek: Ayırmak / İltibas: Karışıklık)
Ayet mana: O (söyledikleri) ancak kendisine vahyedilen bir vahiydir. (Necm 4)
Üstadımız neticeyi bağladı. Netice şu: Böyle büyük bir davada, böyle bir makamda, böyle bir şahıstan, zerre miskal hile ve yalan olamaz. Hak hileye muhtaç değil, hakkı söylemekte hile ve aldatma yoktur. Hakikati gören ve bilen, halkı aldatmaz, hilaf-ı hakikat konuşmaz. Hayal ve hakikati ayırt eder, aralarında karışıklık olmaz.
Bu delil Efendimiz (a.s.m.)’ın nübüvvetine çok kuvvetli bir delildir. Delilin hakikatini kalbe ve akla işletmek için üzerinde tefekkür etmeliyiz. İşin tefekkür kısmını sizlere havale ediyorum. Bu tefekkürde önce baştaki üç kaideyi cebinize koyun. Sonra Efendimiz (a.s.m.)’ın mezkûr on bir vasfını ezberleyin. Ve sonra şu sorunun cevabını düşünün:
— Bu vasıflarla mevsuf olan bir zat bir dava ile ortaya çıkıyor. Bu davasının hak olmaması ve sözünde yalan olması mümkün müdür?
Bu tefekkürü gün boyunca yapın ve en sonunda bütün duygu ve latifelerinizle şöyle deyin:
— Hâşâ, asla mümkün değildir. O zat Allah’ın resulüdür, söylediği haktır ve hakikattir. İnandık ve iman ettik.
Şimdi, tahlilini yaptığımız bölümü bir daha okuyalım ve dersimizi tamamlayalım:
Dokuzuncu Reşha: Arkadaş! Aklı başında olan bir adam münazaralı davalarda yalan söyleyemez. Çünkü bilâhare yalanının açığa çıkıp mahcup olmasından korkar. Ve keza, bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, laubali bir tarzda söyleyemez. Ve keza, serbest, heyecanlı söylenmesine girişemez velev adi bir mesele, küçük bir cemaat içinde, küçük bir vazifede bulunan küçük bir şahıs olsun.
Acaba büyük bir vazifeyle vazifedar, pek büyük bir meselede, pek büyük bir şeref ve haysiyet sahibi, pek büyük bir cemaat içinde, pek şedit hasımların karşısında iddia ettiği bir davada yalan ve hilâf-ı hakikat söyleyebilir mi?
İşte, o zat-ı nurânî, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi öyle bir tarzla okuyor; ne tereddüdü var, ne hicabı, ne korkusu var, ne teessürü… Hem samimi bir safa-i kalble, halis bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokundurmak üzere, akıllarını tezyif, nefislerini tahkir edip izzetlerini kırıyor.
Acaba böyle bir davada, böyle bir makamda, böyle bir şahıstan zerre miskal bir hilenin bu meseleye karışmasına imkân var mıdır? Hâşâ! اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى Evet, hak hileye muhtaç değil; hakkı söylemekte hile ve iğfal ihtimali yoktur. Hakikati gören bir nazar halkı iğfal etmez, hilâf-ı hakikat söylemez, hayal ile hakikati temyiz eder; aralarında iltibas olamaz. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
Yazar: Sinan Yılmaz