35. Yedinci Reşha: Arkadaş! O zatı harekete getirip o inkılapları kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir…
Reşhalar mütalaasına kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Yedinci Reşha: Arkadaş! O zatı harekete getirip o inkılapları kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir. Evet, bilhassa Ceziretü’l-Arab’da yaptığı inkılap ve icraata bak:
O sahralarda, o çöllerde, âdetlerini muhafazada çok mutaassıp ve asabiyetlerinde fevkalade inatçı ve kasâvet-i kalb ve merhametsizlikte emsalsiz ve hatta diri diri kızlarını toprağa gömüp öldürürlerken müteessir bile olmayan pek çok vahşi kavimler oturmakta idiler. O zat-ı nuranî, kısa bir zamanda, o kavimlerin ahlak-ı seyyielerini kaldırarak ahlak-ı hasene ile tebdil ettirdi. Hatta o zat-ı mürşidin (a.s.m.) telkin ettiği iman nuru sayesinde, o vahşi insanlar, insan âleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasında medenîlere üstad oldular. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
(Ceziretü’l-Arab: Arap Yarımadası / Asabiyet: Kendi akrabasını veya kabilesine mensup birisini -haklı haksız- bütün meselelerde başkalarına karşı koruma / Kasâvet-i kalb: Kalp katılığı)
Bu delilin odak noktası Efendimiz (a.s.m.)’ın ahlak-ı seyyieyi ahlak-ı hasene ile tebdil etmesidir. Bu delili şöyle tefekkür edelim:
Küçük bir topluluk düşünün… Bu topluluk son derece inatçı ve âdetlerine son derece bağlı olsun ve bu âdetler onların damarlarına kadar karışıp benliklerine işlemiş olsun. Siz de faraza, böyle bir toplulukta büyük bir hâkimsiniz.
— Acaba büyük bir hâkim olmakla birlikte, çok da çalışıp gayret gösterseniz, bu küçük ve inatçı kavimdeki kaç âdeti değiştirip yerlerine güzel ahlakı tesis edebilirsiniz?
Bu soruya cevap vermeden önce şunları da bir düşünün:
– Bir baba öz evladındaki kötü bir ahlakı onlarca nasihate rağmen bazen değiştiremiyor.
– Bir öğretmen o kadar çabasına rağmen bir öğrencinin kötü ahlakını bazen yok edemiyor.
– Bunca kanun koyucu şiddetli cezalara rağmen hırsızlık gibi basit bir suçu önleyemiyor.
– Bir doktor sigara gibi küçük bir alışkanlığı bir bağımlıya bıraktıramıyor. Hayati tehlikesi olduğunu söylemesine rağmen sigaradan onu vazgeçiremiyor.
– Hatta nice padişahlar gelmişler, o kadar kuvvet ve ihtişamlarıyla ufak tefek âdetleri kaldıramamışlar. Ne kadar yasaklasalar ve ceza verseler de o işin önüne geçememişler.
Şimdi, acaba siz büyük bir hâkim olsaydınız, âdetlerine son derece bağlı ve inatçı küçük bir topluluktan kaç âdeti ne kadar zamanda kaldırabilirdiniz?
Peki, bir zatı görseniz, hâkim değil. Maddi hiçbir imkânı ve zorlayıcı hiçbir kuvveti yok. Hem öyle bir kavimde ki bu kavim hem kalabalık hem de inanç ve âdetlerine son derece bağlı… Hatta bu inanç ve âdetler onların ikinci fıtratı olmuş.
Şimdi, hâkim olmayan ve zorlayıcı hiçbir kuvveti bulunmayan bu zat bu kavmin inançlarını tamamen değiştirse, onların kötü ahlakını yok edip yerlerine en güzel ahlakı tesis etse ve bunu çok kısa bir zamanda yapsa; bu zatın harikulade bir zat olduğundan şüphe eder misiniz?
İşte Hz. Muhammed (a.s.m.) bunu yapmıştır. O, küçük bir kuvvet ve küçük bir himmetle, asırlarca devam eden birçok büyük âdeti hem de inatçı ve âdetlerine son derece bağlı bir kavimden, kısa bir zamanda kaldırmış ve yerlerine öyle yüksek bir ahlakı yerleştirmiştir ki bunun tarihte emsali yoktur.
Dilerseniz, tefekkürümüzü biraz daha genişletelim:
Öyle bir asırdan bahsediyoruz ki vahşetin en kötüsü sıradan bir âdet gibi işleniyor. Kızlar diri diri toprağa gömülüyor.
Bu gömme işlemindeki metotlardan birinde bu işi bizzat anne yapıyor. Şöyle ki: Nikâh sırasında verilen karara göre, anne doğumunu çölde açılan bir çukurun yanında gerçekleştiriyor. Çocuk eğer erkek ise kundaklayıp alıyor fakat kız doğduğu takdirde hemen çukura atıp üzerine toprak dolduruyor ve kabilenin diğer kadınları da bu olaya tanıklık ediyor.
En yaygın uygulama ise kız çocuğunun yedi yaşına geldiğinde öldürülmesi. Baba, anneye ölüm şifresini, “Kızı hazırla da dayısına götüreyim.” şeklinde veriyor. Hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı kız çocuğu en güzel elbisesini giyip süslendikten sonra babasının elinden tutarak çöle doğru yol alıyor. Bir akraba ziyaretinin sevinci ve neşesiyle…
Daha önceden hazırlanmış ölüm kuyusunun başına geldiklerinde, baba bir şey arıyormuş gibi kuyuya eğiliyor; onunla beraber yedi yaşındaki masum kızı da… Sonra kendi babası tarafından bir çöl kuyusuna savrulan kız çocuğunun feryatları… Ve babanın, çocuğunun üzerini toprakla doldurması… Tarihler Asım oğlu Kays isminde bir Bedevi’nin bu vahşeti tam 12 kez tekrarladığını anlatıyor.
Bir kısım ana-babalar ise kız çocuğunun utancıyla yaşamayı seçiyor ve nesiller bu şekilde devam ediyor.
Şimdi bir düşünün. Bir anne, bir baba, kızını diri diri toprağa gömebiliyor. Böyle bir vahşet ve böyle bir merhametsizliğin hâkim olduğu zamanda Hz. Muhammed (a.s.m.) peygamber olarak gönderiliyor. Ve çok kısa bir zaman sonra bu kavim bir karıncayı incitemeyecek derecede merhamete sahip oluyor. Âdeta her biri bir şefkat kahramanı kesiliyor.
— Acaba böyle ruhi, kalbî, vicdani bir inkılâp hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?
— Bu emsalsiz icraatın sahibi olan zatın peygamberliği nasıl kabul edilmez? Ve bu kabul edilmediğinde onun bu icraatı neyle izah edilebilir?
İslam öncesi Arap toplumunun vahşet düzeyi için söyleyeceğimiz her söz eksik ve her örnek yavan kalır. Ama bu vahşeti biraz daha iyi anlayabilmek için devam etmeliyiz. Ta ki Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın bu toplumda yaptığı o muhteşem inkılâbı daha iyi anlayalım.
Savaş ve baskınlarda esir alınan insanlar ya satılıyor ya da zevk için diri diri yakılıyor.
Suçun kişiselliği diye bir kavram bilinmiyor. Suçlu yakalanamamışsa, ceza ele geçen yakınlarına veriliyor.
Boğarak öldürme gibi suçlarda hem suçlu hem de onun yakınlarından üç kişi daha öldürülüyor. Bu gibi uygulamalar da doğal olarak kan davalarını başlatıyor. Kan davaları her yeri kuşatmış vaziyette…
Ölmek üzere olan biri eğer 50 kişiyi kendi yerine öldürmeyi adamışsa, bu adak onun yakınları için mutlaka yerine getirilmesi gereken bir şart oluyor. Ve bir kişiye karşılık 50 kişi öldürülüyor.
Hayvanların canlı canlı uzuvları kesiliyor ve etleri bu şekilde yeniliyor. Kanları akıtılarak olduğu gibi içiliyor. Bazen de kan önce kaynatılıp bazı tatlandırıcı bitkiler de üzerine eklenerek içiliyor. İçecekleri kan olan bir kavimden bahsediyoruz.
Çıplaklık yaygın ve ayıp kabul edilmeyen bir olay. Yol ortasında ihtiyaç gidermek, herkesin gözü önünde yıkanmak, mahrem yerlerinin açılmasına aldırmamak normal kabul ediliyor. İbadetler bile bu sapkınlıktan nasibini almış. “İçinde günah işlediğimiz elbiselerle tanrımıza ibadet edemeyiz.” anlayışıyla Kâbe’de anadan doğma tavaf ediliyor.
İçki alışkanlığı öyle boyutlara varmış ki lisanlarında içkiyi ifade etmek üzere kullanılan kelimelerin sayısı 100’ün üzerinde.
Kumara gelince, böyle bir toplumsal çürüme içerisinde kumarın da müstesna bir yeri olacağı belli. Bazıları her şeyini kaybettikten sonra son olarak kendini oyuna koyuyor ve o kez de kaybettiği takdirde kazanan tarafın kölesi hâline geliyor. Yani köle olma kabullenilerek kumar oynanıyor.
Putperestlik son derece hâkim. Mekke dışına çıkması gereken biri, şehrine ve Kâbe’ye duyduğu bağlılığın eseri olarak yanında Kâbe duvarından alınmış bir taş götürüyor. Sonraları dışarıdan başka taşlar da Mekke’ye getirilmeye başlanıyor. Kâbe bunlarla dolu.
Araplar şeklini beğendikleri her taşa, “Bu bizim tanrımızdır.” diyerek tapınıyor. Daha güzelini bulduklarında ise eskisini bırakıp onu tanrı yapıyorlar. Kazara çölde putsuz kaldıkları zaman koyun sütüyle çöl kumunu harç yaparak güneşte kurutuyor ve ona tapınmaya başlıyorlar. Ya da uzun yolculuklara çıkacakları zaman küçük heykelcikler şeklinde un helvası yapıp yol boyunca onlara tapınıyor ve yiyecekleri tükendiğinde ise oturup o helvadan tanrıları yiyorlar.
Yanlarında taşıdıkları oyulmuş tanrıları -kazara- deveden düşürdükleri zaman da inip almaya üşeniyor ve birbirlerine, “Tanrınız düştü, kendinize yeni bir tanrı bulun.” diyorlar.
Mola verdikleri yerde ilk iş olarak dört tane iri taş buluyorlar. Bu taşlardan üçünü ocak yakmakta kullanıp, en güzel olanını da başköşeye oturtuyorlar ve tanrı olarak etrafında tavaf ediyorlar.
Her evin putu başka başka. Aile üyeleri evden çıkarken son olarak putlarını selamlıyor ve geri döndüklerinde de ilk iş olarak yine puta saygılarını sunuyorlar. Bir de kabilelerin ortak putları var ki bunlar genellikle Mekke’de Kâbe civarında. Sayıları 360’tan fazla.
İnanç biçimleri bütünüyle saçma! Ölünün mezarına bir deve bağlayıp hayvan açlıktan ölünceye kadar orada tutuyorlar. Sözde, kıyamet günü ölü mezardan kalkınca o deveye binecek!
Kuraklık zamanlarında ise bir ineğin kuyruğuna bir demet çalı bağlayıp tutuşturarak ineği dağlara salıyorlar ve böylece yağmurun yağacağına inanıyorlar.
Daha bunlar gibi onlarca batıl inanç ve yüzlerce batıl âdet o zamanda mevcuttu. Ders çok uzamasın diye uzunu kısa kestik.
Şimdi sorumuz şu:
— Evlatlarını canlı canlı toprağa gömebilecek kadar merhametsiz, her türlü kötü ahlakı icra edebilecek kadar vahşi ve batıl âdetlerinde mutaassıp olan o zamanın insanları Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın dersiyle ve terbiyesiyle, kısa bir zamanda öyle bir değişime uğradılar ki âleme rehber ve muallim, insanlara mürşid ve imam oldular. Acaba böyle harikulade icraatı yapan bir zatın Allah’ın peygamberi olmamasına imkân ve ihtimal var mıdır?
Bu öyle bir hadisedir ki o zatın peygamberliğine başlı başına bir delildir ve tarihte böyle bir inkılâbı hiç kimse yapamamıştır. Batılı bilim adamları ve filozoflar dahi bu noktada ittifak etmiş ve Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın kemalini ve âlemde yapmış olduğu bu müthiş inkılabı kabul ve tasdik etmiştir.
— Kimsenin yapamadığını yapan bu zat eğer Allah’ın peygamberi değilse nedir?
Mütalaamızı Üstadımızın İşaratü’l-İ’caz’daki şu ifadeleriyle tamamlayalım:
— Ey muannid! Ceziretü’l-Arab’a git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihap et, beraber götür. Onlar da orada ahlakın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî’nin (a.s.m.) o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilayı, senin o feylesofların, şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o zatın yaptığı o cila İlahî, sabit, lâyetegayyer bir ciladır ve onun büyük mucizelerinden biridir. (İşaratü’l-İ’caz)
(Muannid: İnatçı / Ceziretü’l-Arab: Arap Yarımadası / İntihap etmek: Seçmek / Lâyetegayyer: Bozulmaz)
Şimdi, tahlilini yaptığımız bölümü bir daha okuyalım ve dersimizi tamamlayalım:
Yedinci Reşha: Arkadaş! O zatı harekete getirip o inkılapları kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir. Evet, bilhassa Ceziretü’l-Arab’da yaptığı inkılap ve icraata bak:
O sahralarda, o çöllerde, âdetlerini muhafazada çok mutaassıp ve asabiyetlerinde fevkalade inatçı ve kasâvet-i kalb ve merhametsizlikte emsalsiz ve hatta diri diri kızlarını toprağa gömüp öldürürlerken müteessir bile olmayan pek çok vahşi kavimler oturmakta idiler. O zat-ı nuranî, kısa bir zamanda, o kavimlerin ahlak-ı seyyielerini kaldırarak ahlak-ı hasene ile tebdil ettirdi. Hatta o zat-ı mürşidin (a.s.m.) telkin ettiği iman nuru sayesinde, o vahşî insanlar, insan âleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasında, medenîlere üstad oldular. (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar)
Yazar: Sinan Yılmaz